kapalı çarşıda gözlerin üstünde olduğu kadın

26 Kasım 2010 Cuma 05:57 Gönderen İ.Özdemir 1 yorum
Kalın camekanların arkasında hep bir örnek beden ölçülerine hapsedilmiş mankenleri gördük bugün. Ne bizim kadar şekilsizdiler ne de bizim kadar ruhsuz. Biz de onlar kadar masumduk halbuki herşey başlamadan önce. Ağlayıp sızlamanın sırası değil şimdi biliyoruz ama eridi gitti bedenlerimiz camekanların arkasında, hem de bizim üstümüzde bu kadar güzel giysiler yoktu.

Zaar

14 Ekim 2010 Perşembe 16:01 Gönderen İ.Özdemir 1 yorum
felaket zerhoş olup da her şeyi hatırlamaktan daha kötü ne olur ki

fahişenin fahiş hiçi

16 Haziran 2010 Çarşamba 01:51 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum
acımak demişti geçen gün yaşlı kadın suratıma karşı yüzündeki tüm çizgileri ekşiterek. oysa ben ölmüş bir karganın pençesinde can çekişen solucana acırım. bu kıyafetler benim değil hayır! götürün bu fahişeyi yanımdan artık. gözleriyle okşuyor beni şehvetli dudak kıvrımlarından zürriyet akıyor. iğreniyorum! ah hüzünlü böcek, işlediğin tüm cinayetleri riyaziyeleştirmekten vazgeç! geriye dönüş ya da pişmanlık mutfaktan çaldığın peynir kırıntısından daha gerçekçi değildir. üstelik faraziyeyi de senden öğretmişken sol kaburgamdaki ezik kemiğin üstündeki bene. işte ben en çok o benim.

fayton fenerinden selam bandosu

01:51 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum
kavram dediğin benim esrik sakalımdaki beyaz tüy. sınır diyor öteki ve değerler kerhane çarşısında volta atan kedinin işi. ciğere ulaşmak için topluma öykünüş. deleuze kendini pencereden aşağı attı siz ellerinizde anti-depresanlarla ölemediniz. madem bu kadar yiğittiniz ve ölmek kutsandıydı bacak aralarınızdan, hangi marifetsizlik manifestosunun maddesinde soluklandınız? bilişsel olanın içinde saklanbaç, düşünce dediğin yardırmaç olmak zorundadır ki siz skolastik bir evren içinde sokak köpekleri. toplum ampirik bir oluşumdur ve sen kanalizasyon faresi. mülkiyet hırsızlık ama senin gözlerinde dolar işareti bir ev bir araba bir de eşe tav bir aidiyetlik kumkuması. bileklerinden dirseklerine kadar altın bilerzikle donatılmış gelin. mecbur bırakıldığı aidiyetliğin içinde bir çarktır. anne ve baba yoketmiştir çocuğun tüm hayallerini ve ata dediğin senin celladındır. bilmemkaç kilometrekare toprak parçasına aidiyet hissediyorsun kendini yönetecek adam seçiyorsun bir kuvezin içinden ananın vajenindeki bir cenini hayatının yanılsamasına itmek için. jodorowsky diyor ki "benim milliyeitm yok vatanım pabuçlarımdır" sizin burada ne işiniz var? dünyanın bütün salakları hoşgeldiniz. şimdi tözü düşünelim.

çocuk

18 Mayıs 2010 Salı 11:00 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum
babasının bacakarasında ağaç, çocuk anasının apışarasında meyve topluyor. özbenliği yitik, ürkek ve titrek iskelet. çocuk kendiliğin dışında bir örümcek. ağlarını babası örer, annesi diker ve çocuk büyüdükçe eksik, aksak, dilsiz kalmak en iyisi diyorduk. konuşmamak, konuşmamak da nereye kadar be arkadaş! çocuk aidiyet zincirinin içinde basiretsiz halka, kırbacı babasının elinde, kaşağısı annesinin, hipodromun içinde en dış kulvardan koşan çocuk, toplum, toplum! şimdi izliyor yarışı çocuk koştukça, terleyecek, terledi, ayağındaki nal çıktı düştü, kalktı, kaybetti yarışı. babasının elinde silah, babasının elinde kırbaç, annesinin elinde kaşağı, tımarın ardından kırbaç ve öteki ve öteki ölürken, çocuk ellerinde kan, ayakları kırık, özlük yitik ve kendiliği satılmış üsküdar meyhanelerinde etli sote rakı sofrasında unutulmuş gençlik. ergenlik sikinin ucuna konan kelebek, annesinin amından düşler kurar çocuk. bir arkadaş  "babasının altına yatmayan her fert hatadır" dediydi. ve çocuk babasının altında bir kısrak, cinsiyeti önemsiz, oluru oluşu baba ve annedir yok edişin en büyük temsilcisi. ama çocuk dur lan dinle, yıkım güzeldir. yok ol! -ki yap-ıl-an

17 Mayıs 2010 Pazartesi 12:07 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum
reddettiğim her kavramın altında,
kalburüstü faşist bilgi
ki ben itki olmuşum her bünyeye ezelden,
tepilenirken öz-lüğüm,
göz-lüğüm kaotik bir pencereden
bakıyor gelmişine geçmişini silme küfür,
naif olan yeğdir benlikten,
ve amaçsız bir oluş, biçimsiz suratım,
sakallarıma kuşlar tünemiş,
gözlerim benden septik bok çukuru,
ama aşk var,
bir bilge kadının kucaklarında uyumak,
uyumak! uyumak var ya gerisini siktir et

Can-er: Çığa karşı direniş ve güneşin doğuşunu seyrediş

8 Mayıs 2010 Cumartesi 08:07 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum

eski bir hatıra defterinin arasından üzerine kahve telvesi yapışmış yarım yamalak okunabilen yazılar gibi babası. eskiden ekmeğini yanaklarına banardı. birazdan elmacık kemiklerini yiyecek sanıp, kaçardı. sonra yine o masum küçük elleri, ellerini tutardı usulca... gamzeleri yok artık yüzünde çocuğun, hoş babası da yok. kulakları sükunetten ağır bir körlük yaşıyor şimdi. beyninin ırzına geçiyorlar çocuğun, duymuyor! öyle çok düşünce geziyor ki beyin koridorlarında, gelip geçen hiçbir şeyi görmeye fırsatı olmuyor. bilirsiniz, ormanların kapıları olmaz. öylece giriverilirdi içerisine, bir vişne ağacı dikmişlerdi eskiden bilmem hangi ormanın en kuzeyinde bir yere. ağaç kocaman oldu şimdi, çocuk hala çocuk. bak! sizin ellerinizle kuruttuğunuz bu ağaç o çocuk! artık dallarında gezinip, eskisi gibi yazılar yazamıyor bile. ama geç de olsa anladı artık çocuk. kireç tutmuş ayakları, koşmayı bir topun peşinden çoktan bırakmış müphem eczalara kanıp. dizleri üstüne düşmüş bir zaman sonra, alay ederken tüm alaylı sokak çocukları, o umursamamış. insanlardan korkarken, kendi başına ayakta kalmaya çalışmış çocuk. ne babası ne annesi ne de bir başka insan mevcudiyeti elinden tutmamış. o ise yürümeyi unutmuş koşmaktan kendi mevcudiyetine. soğuk terler döküyor bugün duvarları çocuğun, üşüyor biz biliyoruz. sızlıyor çürümüş kolları, bacakları koşmaktan müzdarip, sıkılıyor kalbi patlayacak gibi beyninin üzerine. gözlerini deviriyor önüne, gözlüklerini el yordamıyla aradığı o boş hava türbülansı bile hoşuna gitmeye başlıyor... yavaş yavaş soyuluyor tüm aidiyetlikleri kendinden başka herşeye olan. üzerinde başka eller gezinmiyor şimdi, şimdi çocuk ellerini herşeyin üstünde gezindirmeye karar veriyor. bir yılanın kendini yenilemek için değiştirdiği kinin, çocuğun kimliğini değiştirme çabası kadar yüce. iç çekiyor yine de, belki herşey böylesine karmaşık olmayabilirdi. dönüyor babası yine zencefilli çayını yudumluyor, annesi çoktan bırakmış herşeyi hiçbir şeyi suçlayamıyor. çocuk yorganın altına giriyor sessizce, azalır dediği korkuların zaman içerisinde metamorfik çığlanmasının tam karşısına dikiliyor. tüylerimiz diken! kimisi intihar edecek diye gözlerini kapatıyor, kimisinin yüreği kor alev, yanıyor! çocuk ellerini öne uzatıyor tanrıya sunulmuş adak gibi! çığın karşısında büyüklük taslıyor. ama ben biliyorum, çocuk çığı perişan etmek için tüm mevcudiyetini bir mistik savaşçı gibi kullanıyor... ve bugün hepimiz adımız gibi biliyoruz ki çocuk çığı tüm heybetine rağmen paramparça etmiş ve dimdik ayakta!

varlık ne arar la bazarda? (heidegger'e göre varlık/zaman)

5 Mayıs 2010 Çarşamba 07:19 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum

varolanı anlatmanın n tane yolu var. kaba saba işaretlenme dillerinden tut, onlarca felsefi akımın içindeki betimlemelere ve yeryüzünde yer alan tüm semantiklere göre farklılıklar içerebilmektedir. bir de bunları karşı tarafın anlağına indirgeyebilmek için bizzat bilinçli bir şekilde geliştirilen diller vardır ki bunlar heidegger'e göre varlığın evidir. heidegger dile mile bulaşmadan evvel herşeyin temeline varlığı koyarak "lan varlık nedir amk?" demiş durup dururken. varolanı zilyontane anlam üzerine yükleyebiliyoruz tamam da bunun en dibinde daha en başında ne vardır diye soruzlayagelmiş. adam bunu öyle çeviriyor olmuyor böyle çeviriyor olmuyor bir türlü bir cevap bulamıyor ve belirsizlik içine düşüyor. e adam zaten dindar lan allahı da bulamıyor da orasını şimdi pek karıştırmayalım bir de buradan peygamber yardırması yapmayayım. neyse tabi eleman buna bir cevap bulamayışnda yaşadığı belirsizliği cevap verememekte öküz olduğundan değil de kurcukladığının yani varlığın belirsizliğinden kaynaklandığını düşünüyor. ben de düşünüyorum sen de düşün. zira düşünün doğrudan herşeyi kapsayan bir cevap veremiyoruz ki dada verir o ayrı. öğretilerimizi sikeyim anlamlandırmaya çalışmaktan sıyırıyoruz. derken eleman varlığı anlamlandırmadan evvel tüm dış belirtgenleri düşünüp tartışıyor kendince -içinde bulunduğu şizofrenik durumu düşün lan- ve en nihayetinde varlık ile varolanın birbirinden farklı olduğunu ifade etmeye karar veriyor. öyle ki eleman varlığın her sorgulanışında varlığın gizlendiğini düşünüyor ki haklıdır. hatta varlık kendini düşünsel olarak açığa vurmasına rağmen aynı zamanda bu düşünce için de gizli kalmaya devam ediyor. bu bağlamda bakınca eline aldığın taşın o andaki varoluşunu anlamlandırmaya çalışırken taşı elinde tutuyor oluşunun tüm olasılıklarını da göz önünde bulundurmaya çalıştığından en temel noktadan uzaklaşıyor ve varlığını yitiriyorsun ki metafizik düzlemin eksikliğini de buradan yakalıyor. tam bu noktadan sonra varlığı zaman ile bir ilişki içerisine sokarak zamanı varlığın anlağa indirgenmesinin yevmiye defteri yapıyor. adam varlık ile zaman arasındaki doyumsuz ve vahşi seksi anlatırken varlığı açığa çıkan ortada yarrak gibi olanı ele almıştır. fakat bence birbirlerini sikip attıklarının ayrımına nasıl varıldığını ve onca zevkten sonra nasıl da paramparça olduklarını görmezden gelmiş yavşak. neyse varlığı açığa çıkanı yani yarrak gibi ortada olanı ele almıştır dedik ki o buna dasein demiş. ben bizim anlayacağımız bir biçime sokarak yarrak diyorum. sonra eleman zamansallığı yarrağın varlığının anlamı olarak ifade etmeye kasmış. aslında burada bir hinlik yaparak zamana zamansallıktan ulaşmaya çalışıyor ki zamansallığın içindeki destrüksüyonu da iyice irdeliyor ve zamansallığı da zamanın içinde olup yine zaman tarafından belirlenen olarak ortaya koyup yarrağı zamansal olarak ifade ediyor. şuradan da eleman varlığın yitimini kurcuklamaya devam ederekten yitimin varlığın gelişim süreciyle alakasız olduğunu ve varlığın her anında onun cebinde olduğunu düşünüyor. heide nihayetinde belirginleşen bir şeye kavuşmuş olarak diyor ki her yarrak kendi yitimini deneyimleyip kendi gelişimini izleyecektir. şimdi o yarraklar biziz diyelim. dada lan o yarrak benim misal. benim hayatımın anlamı yitimime yönelik bir varlık olduğumu kabullenişim ile anlamlandırılacaktır heidegger'e göre. bu da elemanın zamanı birey varlığının anlamını belirleyen bir olgu bütünü olarak açıkladığını gösteriyor ki bence sorguladığı herşey yanlıştır, ya da değildir. bir de bunu çürütmesini yapalım (arkası gelecek)

ağaçtaki elma ile, hormonlu elmanın savaşına tanıklık eden benlik

27 Nisan 2010 Salı 19:10 Gönderen İ.Özdemir 1 yorum

gece koynuma sinmiş. "azrail!" dedi çocukluğum. babamın benim için biçtiği gelecekteki doktor kimliğim. bir elinde tesbih, ağzında salavat. çocukluğum korktu küfretti doktorluğuna. doktorluğum neşteriyle çizdi çocukluğumun yüzünü. yanlış tedaviler uyguladı zaman, hasta ettiklerini iyileştirmek için. ben izledim sustum. arkamı döndüm çocukluğum, önümü döndüm babamın yarattığı kimliğim. çekildim aradan. kuzeyi de sikeyim, güneyi de sikeyim. ben batıya gidiyorum arkadaş. batığa gitsem de batıya. şimdi varsın çocukluğumla doktorluğum öldürsün birbirini. bir gram vicdan azabı hissedersem eğer na bu elimdeki rakı boğazıma düğümlensin.

Seks

17:07 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum

bahsedilmedi kutsal kitaplarda hiç ama sıkıldı tanrı cinsiyetsiz meleklerinden. adem'i dikti dünyaya, adına da insan dedi. dünyayı adem'e verdi. "bak evlat buradaki herşey senin. ister at koştur ister sıç ne istersen yap." sıkıldı tanrı sade adem'in şaklabanlıklarından. havva'yı dikti yanına. havva'yı dikerken yeryüzünün ilk yasağını da getirdi. "bu elmadan yemeyin! bunun dışında ne isterseniz yapın" insandır naçizane adem de havva da yediler elmayı. havva'yı bir köşeye, ademi bir köşeye attı. acıdı sonra. yine bir araya getirdi adem'in sikini gösterdi, havva'nın amını. dedi bunları kullanın. kullandıkça beni şereflendireceksiniz dedi. tanrı dedi. insan bilmiyordu. adem ile havva birleşti 2 erkek çıkageldi havva'nın mahremiyetinden. biri ötekini öldürürken yeryüzündeki ilk cinayet de işlendi. tanrı bir kadın daha gönderdi, sonra habil onunla birleşti. sonra herkes birleşmeye başladı. zevk-ü sefa içinde, kendimizden geçene kadar boşalırken içimizdeki o ilk katili, o ilk yasağı çiğnemenin hazzıyıla boşaldık hep. biz istemedik ki, tanrı öyle emretti. tanrı bize sevişin dedi. böylece yeryüzünde var olan en iyi kurgulanmış, en fazla karakterli porno filmini seyredebildi tanrı.

bir de işin öte tarafı var. meteor düştü ya gönlümüzün üstüne. sudan çıkageldik hepimiz şekilden şekile girerek. çükümüz, vajenimiz belirdiğinde başladı kendimizi üretmeye devam etmemizin gerekliliği kendini hissettirmeye. öyle ya kadın memesi görünce hareket eden, sertleşen organımız var, dikilmiş siki görünce içi gıdıklanan, amı sulanan kadın var. bunlar birbirine ait olmalıydı. tüm varlığımız onlardı birleştirdik beraberce. bir vakit geçti bizden bizler çıktı böyle. biz sadece kendimizi yaymak istedik. seks nedir bilmeyiz? ama biliriz neyse ondan daha çok başka bir şeyden zevk almayız. güzel tarafı tanrı izledikçe mastürbasyon yapıyor diye değil, sırf biz keyif aldığımız için yapıyoruz.

sonuca gelince; kadın ve erkek birleşti milyonlarca biz oluştu. biz oluştukça sosyalleştik. biz oluştukça kültür çıktı, biz oluştukça yasaklar. biz oluştukça matematik, oluştukça fizik. sonra tüm bu bizden gayrı oluşanlar bizi öldürdü. biz oluşturduklarımızın kölesi olduk. hiçbir şeyin köleliği altına girmem! dediler yalan söylediler. biz zaten ürettiklerimizin kölesi olduk. sekse ne oldu? ya artık işlenmekten korkulan bir günah, ya da artık kaldırım taşlarına düşmüş bok parçası. ne fark eder ki? biz bizi unuttuk.

Balıkçının Rüyası - Bölüm 1

13 Mart 2010 Cumartesi 21:40 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum
Eylül... Dışarıda lodos, şehrin çatısını uçuracak gibi esiyordu şafağa karşı. Turuncu kızıl gökyüzü "uyan evlat, bugün sert bir gün olacak..." diye fısıldıyordu bay x'in kulaklarına. sözlerden etkilenmiş olacak ki, birden yatağından kalktı. yatak dediysek de öyle düşündüğünüz gibi tek kişilik, iki kişilik falan değil... bizzat kendisinin yaptığı aşikar olan, balık kasalarından oluşturduğu sert tahtadan sedirin üzerine, annesinin diktiği yer minderlerini serpiştirmesinden oluşuyordu yatağı. yatağın üzerindeki renk cümbüşü, hiç durmadan yağmur yağan bir odanın içinde açan gök kuşağını andırıyordu. belki de sırf bu düşünce onun bu denli rahat ve huzurlu uyuyabilmesini sağlıyordu. üzerindeki kalın, belli ki yünden örülmüş, yorganı hızlıca üzerinden çekerek ayakları yere basacak şekilde doğruldu yatağından. hemen solundaki 50 kiloluk zeytin fıçısından yaptığı kanepesinin üzerinden tütününü aldı ve cigaralık çarşafının içine bir dirhem koydu. sarmayı bitirdikten sonra kenarlarını diliyle ıslatarak kapattı cigarasını. kibrit kutusundan bir çöp çıkarıp, kazıdı ve yaktı. kibritin alevi, bay x'in yüzünü, güneşin bu saatlerde dünyayı aydınlatışı gibi, kızıl turuncu aydınlattı... kibritin sönmemesine özen göstererek hemen yatağının duvar tarafındaki gaz lambasını yaktı. ince bir gaz kokusu kapladı odayı. bay x gözlerini kapatarak, derin bir nefes aldı. gaz kokusunu severdi. hele de bir gaz lambasından geliyorsa... cigarasından bir fırt çekip, yatağından kalktı ve odanın giriş kısmında kalan yine kendisinin yarattığı mutfağına yöneldi... adi bir alüminyumdan yapılmış küçük çaydanlığına biraz kaçak çay ekleyip, kaynamaya bıraktı. cigarasından bir fırt daha aldı ve tam 90 derecelik bir açıyla soluna dönerek radyoya doğru yöneldi. hani 80'lerden kalma olan, koyu kahverengi ahşabın içine gömülü radyosunun frekansını tutturmaya çalıştı... bir denedi, olmadı... iki denedi beğenmedi... üçüncüde buldu frekansını. bedeni bereket olsun doğaya. Zeki Müren söylüyordu... "inleyen nağmeler, ruhumu sardı... bir rüya ki orda dalgalar vardı..." yüzünde zambaklar açtıran bir gülümseme belirdi... zeki müren'e eşlik etmeye başladı... ne de olsa bay x'in en sevdiği şarkıcıydı. şarkı bittikten sonra radyo tıkandı... arada sırada böyle yapardı, bu gibi durumlarda bu arıza, radyonun üst kısmındaki çıkıntıya tatlı sert bir vuruşla düzeltilebilirdi. fakat bu sefer bunun için bir girişimde bulunmadı... "yaşamak şakaya gelmez... büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın. bir sincap gibi mesela..." diye mırıldandı bay x. ne de severdi nazım'ı... o'nu anlatırken "şiirinde dediği gibi hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan bir büyük ustaydı" derdi...

çayı olmuştu, hemen bir bardak çay doldurup cigarasını sararak barakasından dışarı çıktı. dışarıdaki enfes havayı derin derin içine çekti. ne de soğuktu dışarısı. dedik ya lodos var. uçurur alimallah insanı... sandalına doğru ilerledi. bugün balığa çıkacaktı. ama öyle yemek için çıkmıyordu balığa... balıkları tutup tutup serbest bırakırdı o... liman'a ulaştığında sandalnın üzerindeki brandayı kaldırırak düzgünce katladı ve sandalın içine koydu. bir kaç dakika sonra bir roro aborda yaptı bay x'in sandalına. bu esnada farketti ki oltasını ve yemlerini evde unutmuştu. koşa koşa eve döndü ve oltasıyla yemlerini alarak geri dönmeye başladı. o sırada hemen yolun karşı tarafında kalan markete giderek, biraz beyaz peynir, yarım kilo turşu, bir 35lik altınbaş rakı aldı. bir de uzun samsun cigara... sandalına geri döndü. "gaydırı gubbak seni... bugün bozyel'de var bakalım üstesinden gelebilecek miyiz?" dedi sandalına. sandalının adı hafifmeşrep idi. ondandır gaydırı gubbak deyişi. bütün balıkçılar açılmaya başlamıştı... bay x hafifmeşrep'in badernalarını çözüp, avaraya hazır hale getiriyordu. bir kaç dakika sonra hamdi kaptan belirdi öteden;


hamdi kaptan : uşağum rastgele. neye çıkaysun ha bucün?

bay x : gaço'ya gideyrum hamdi kaptan. gel seni de cötureyum.

hamdi kaptan : (kahkahayla) ula uşağum heç beceremeysun bizum gonuşmayu. hele pirak sen normal konuş anlayrum pen senu.

bay x : (gülümseyerek) eyvallah kaptan.

hamdi kaptan : cine almişsun nevaleyu. pırak uşağum bu naleti. yazuk edeysun da çendune. satnen paluklaruda avlayup avlayup salayisun. sonra akillanayıler pize de babafingo kalayi.

bay x : (gülerek) ah be hamdi kaptan. ben de bu "naleti" bırakmak isterim ama o beni bırakmıyor. sabah uyanıp balığa giderken içimi gıdıklıyor sanki. iskorpit gibi...

hamdi kaptan : töbve allahum yarappim. sen bu uşağa akul fikur ver. haydi rastcele uşağum.

bay x : eyvallah kaptan. sana da rastgele.


yanına aldığı malzemeleri kontrol etti. çavalye tamam, nevale tamam, olta tamam, yemler tamam, hırsız tamam, iğneler tamam, kakıç tamam... herşey tamamdı. sandalın içine girip, küreklerini iskarmozlarına yerleştirdi. yavaş yavaş ege'nin günindisine doğru gitmeye başladı. en güzel balıklar batıda olurdu sabahın bu saatlerinde. balıklar uykucu, tembel hayvanlardır... güneş doğana kadar azami uyumaya çalışırlar. o yüzden denizin batısı sabah vakitlerinde en uygun avlanma yerleridir. çünkü güneş önce doğudan ışıldar. üstelik batıda bu şafak karanlığında yakamoz bile görmek mümkündü. ve üzerinde çombalak atan yunuslar ile deniz kızları... hafif hafif çekmeye başladı kürekleri bay x, sandaldaki radyoyu da açarak bir türk sanat musikısi kanalı buldu... ismail hoca efendi'den "gamzedeyim deva bulmam" ile açıldı kürdilihicazkar makamında... nasıl da coşku doldu içine. nasıl da her şarkıya eşlik etti... daha içmeden şarkılarla kafayı konyağa çevirmişti bile neredeyse... açıktan kuzeybatıya doğru 3 - 3,5 km kadar gelmişti. Yem poşetinden çıkarttığı akyemleri, iğnelerin ucuna büyük bir titizlikle yerleştirdi. sarımlayıp da oltasını sanki gökyüzünü avlayacakmışsına var gücüyle yükseğe ve ileriye fırlattı... oltanın kıçını iskarmozun kuytusundan geçirip, nevale poşetini açtı. önce beyaz peyniri çıkarıp, cebinden çıkardığı baba yadigarı çakısıyla ince ince dilimlemeye başladı. kornişonları da kenara ayırıp, onları da aynı ölçülerde doğradıktan sonra, uzun rakı bardağını yarısına kadar rakıyla doldurdu. ayaklarını hafifmeşrep'in sancak tarafına doğru uzatıp, uzun samsun paketinden bir adet cigara çıkardı. çakmağıyla yakıp derin bir nefes çekip, rakısından br yudum aldı. oltasını iskarmozdan kurtarıp kucağına aldı ve şapkasını gözlerine çekerek, başını da geriye yaslayarak sessiz sessiz beklemeye başladı. sessizlik öyle mükemmel bir şeydir ki, o esnada aslıdna gündelik hayatta duyamadığımız pek çok şeyi duyarız. burada ne insan mırıltısı vardır, ne araba freni sesleri, ne de içkici yeni yetmelerin kız kavgaları... burada dalga sesi vardır, martıların suya dalıp balık avlama sesleri, balıkların çommbalak sesleri... ve daha akıl erdiremediğimiz onlarca farklı ses. kulaklarımızda evrenin yarattığı en harika ses raksını duyurur bize... bir de radyoda en kısık sesiyle zeki müren vardır, ona eşlik etmeden duramazsınız böyle zamanlarda... oltasında hala bir kıpırtı yoktu. rakı kadehine yönelip bir yudum daha çekip, cigarasından bir fırt daha aldı. diline iğneleyip de "ben küskünüm feleğe" şarkısını... bir kaç dakika sonra oltası kolunu uçuracak gibi çırpınmaya başladı. "hele hele nesin sen canım böyle" diyerek makarayı var gücüyle hızlıca sarmaya başladı. ama öylesine kuvvetliydi ki çırpınış bir an bay x'in denize düşeceğini sandık. ayaklarını alabandaya yaslayıp sırtını da geriye verip oturdu. oltayı göğüs hizasın çeke çeke makarayla sarmaya başladı. çırpınma azalmıştı. balık yaklaşıyordu... çırpınış tamamen sona erdiğinde hemen sandalın kenarına gelip balığı almak için denize doğru eğildi...birden gözleri kamaştı ve elleriyle gözlerini ovuşturmak zorunda kaldı. elini denizin içine sokarak aşağıdakini kayığa çıkarmaya çalıştı... yüzündeki şaşkın ifade bir an olsun eksilmedi, aksine daha da büyük bir şaşkınlık ifadesi kaplamaya başladı. sandala çıkardığında yakaladığını, kendisini geriye atarak irkildi..."nasıl olur yahu. hayal görüyorum yine... hızlı içtim galiba." diye hayıflanıp kendisine bir çimdik attı...
Devamı gelecektir.

Hastane Günlerinden 1

21:22 Gönderen İ.Özdemir 2 yorum
Bazen öyle zamanlar oluyor ki, hemşirenin getiridği suyu içtikten sonra onu sadece hayal ettiğimi düşünüyorum. Sanki sağlıklı(!) olan herkes beni olmayan bir şeylere inandırmaya çalışıyormuş gibi hissediyorum... Sanki beni gün aşırı ziyarete gelen bıyıklı, kelli adam babam değilmiş gibi. Peki o başörtülü ve üzgün kadın? Annem mi cidden? Çarşambaları ziyaretime gelen karı peki? Bu sinsi kadın benim neyim olabilir ki? Bakınca başka ziyaretime gelen de olmuyor. Topu topu üç, benle beraber dört kişilik bir melodramdan mı ibaret acaba yaşantım? Beyaz rengin çok yakıştığı iki hemşire ve gözlüklü, tombul ölesiye aptal doktorlar da bu filmin figüranları olsa gerek. Sadece görüntüyü zenginleştirmek için varlar. Ben iyisimi olmadığını iddia ettikleri şeylere döneyim... Kapının arkasında yaşayan askılık... Hiçbir şey beni güldürmedi onun güldürdüğü kadar. Bazen öyle şaklabanlıklar yapar ki, gerçek hayattaki(!) en komik şahsınız yanında hiç kalır... Üzerine bir şeyler asıldığında ettiği küfürleri duysanız, bir daha asla ona bir şey asmaya kalkışmazdınz. İşte benim durup dururken gldüğümü düşünürken sizler, ben onun bu şaklabanlklarına gülüyordum. Bir gün bana diklenmişti neden öyle ayı gibi yatıyorsun diye... Bildiğin kavgaya tutuşmuştum. Askılıkla! Adı bile vardı. Zekai! İsmi bile komik... Yalanladığınız hayatımın en komik karakteriydi Zekai. Ahh. Nasıl unuturum? Priska... Hiçbir kadın o masa kadar zarif değildi hayatımda. Öylesine beyaz, öylesine düzdü ki, bir kadın empati kurup kendini onun yerine koyabilse eminim intihar ederdi... Olur olmaz zamanlarda bana bacaklarını gösterirdi... Bunlar sadece bir kaçıydı odamdaki canlıların. Benden ziyade... Daha sayamayacağım onlarcası var... nokta vallahi nokta. sustum.

Arada gelirler böyle 1

20:55 Gönderen İ.Özdemir 2 yorum
gerçeklikten bahsetmek istiyorum. ya da gerçeklik  hakkında saçmalamak da diyebiliriz. hani herkes ya da çoğunluk tarafından kabul edilen ve kanıtlanmış olandır derler ya gerçek için, ben bu görüşe kanıtlanabilirlikten dolayı karşı çıkıyorum. çünkü kanıtlanan gerçekler de zaman içerisinde metamorfoza uğramışlardır. fizik kurallarına bakın mesela einstein'a kadar herkes ya da çoğunluk tarafından kabul edilen ve kanıtlanmış olan herşeyi alt üst etti. bu noktada gerçek olarak kabul edilen herşey darmadağın oldu. einstein'dan girdim oradan devam edeyim... einstein evrendeki hiçbir şeyin sabit olmadığını söylüyordu. bir hareketin durumunu farklı hareketlerle kıyasladığında değişik sonuçlar ortaya çıktğını zaten kanıtlamıştı. bu yüzden de onun için mutlak bir gerçek yoktu. ayrıca bence bir şeyin mutlaklığını, herkes için kabul görmüşlüğünü, kanıtlayabilmek için değişmez bir referans noktası olmalı. ancak o zaman gerçek olabilir hatta bu öyle düşünenlere göre. ama einstein bunu çok değil biliyorsunuz geçen yüzyılda bozdu. daha yüzyıl öncesine kadar kabul edilmiş olan kanıtlanmış olan her kuramı resmen sikti attı. gerçek değişti... bir de şöyle bir örnek vereyim.. mesela siz şu an karşımdasınız benim. bana bir terlik fırlattınız ve ben eğildim yere düştü. yine fırlatırsanız ve ben yine eğilirsem yere mi düşer yine derim size, siz de tabi ki dersiniz. yine deneyelim derim yine fırlatırsınız yere yine yere düşer. sonra ben yine yapsak yine olur mu derim :) siz tabi dersiniz. niye derim? siz fizik kurallarına göre böyledir bu dersiniz. bu zamana kadar hep düştü yine aynı sonuca varılır dersiniz. hatta aynı koşullarda tekrarlanan deneylerin aynı sonuçlar verdiğini de yıllarca fizik dersinde görmüş olmamıza rağmen ve siz bunu irdelemenize rağmen ben tatmin olmayıp şunu derim o zaman ben hiç ölmeyeceğim demek ki. çünkü bu zamana kadar hiç ölmedim.. ahaha :) çok basit ve salakça gelebilir ama düşünün. bu en temel ve genel/geçer kabul görmüş fizik  kuralına göre hiç ölmeyeceğim kanıtlanıyor... yani bu görüşle de gerçeğin referans noktasını yok etmiş oluyoruz bana göre. çünkü gerçek olanın mutlak bir referans noktası olamaz. mutlakıyetin sınırı olamaz. çünkü sizin gerçek tanımınıza göre mutlakıyete sınır getiriyorsunuz kanıtlanabilirlikle. ve einstein da mutlakıyetin sınırı olmadığını tüm dünyaya kabul ettirmiş bulunuyor. bu noktaları referans aldığımızda sizin gerçek tanımınız kendi içinde boğuluyor... bi saçma örnek daha aklıma geldi mesela. ben et yemiyorum. evet böyleyim ben. diyorum ki et berbat bir şey. etin berbat bir şey olduğunu da şu şekilde kanıtlayabilirm. kusuyorum, iğreniyorum yerken zorluk çekiyorum basbayağı rahatsızlanıyorum. bildiğiniz gibi bunların kişiliğimle de alakası yok tamamen bilimsel ve tıbbi bir durum bu ve benim bu çıkarımımı destekleyen insan sayısı da epey fazla. etin berbat bir şey olduğunu savunan başka bireylerin berbatlığnı kanıtlama şekilleri de değişik. sonuçta bunları yarıştırsak dünyanın %70'i et güzeldir desin %30'u da berbattır desin. hangisi gerçektir? sizin tanımınıza göre çoğunluk referans alındığı için etin güzel bir şey olduğu gerçek oluyor. bu durumda toplum genelinin çıkarını gözettiğini söylerim ben gerçeğin. oysa ki gerçek değişmezdir de diyorsunuz. değişmez olan şey herkes tarafından kabul edilmiş olmalıdır. ruhsal hastalıkları olan kişilere gelelim. bence onların var olduğunu savnduğu ve toplum genelinin o şeyin var olmadığını kendilerine kanıtlaması hasta olan kişi için hiçbir şey ifade etmez. onlara bunu kanıtlayamazlar. bu durumda yine tanımına göre değişmezlik ilkesini 1 kişi dahi olsa bozduğu için yine anlamını yitiriyor gerçeklik. sonuç olarak diyorum ki; evrendeki hiçbir şeyin mutlak ve kanıtlanabilir olduğuna inanmadığım için mutlak bir gerçek de yoktur. ayrıca daha geçen yüzyıl einstein'in yaptığı gibi şu an gerçek olarak kabul edilmiş tüm veriler zaman içerisinde değişebilir... bu durumda bana göre en harika görüş anlamsızlıktır. kaos! çelişki olduğu müddetçe hiçbir şey kesin doğru ya da kesin gerçek olamaz. ve çelişki hep vardır....

1 Mart 2010 Pazartesi 01:55 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum

Yangın

01:45 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum

Eskiz No 1

25 Şubat 2010 Perşembe 08:17 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum

Psikanalizin Felsefik İncelemesi

29 Ocak 2010 Cuma 15:00 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum
1. PSİKANALİZ ÜZERİNE
    Dergimizin ilk sayısında Sigmund Freud’un teorisi olan “psikanaliz” üzerinde duracağız. Tanım olarak baktığımızda psikanaliz, Freud’un geliştirmiş olduğu psikolojik yöntemlerinin tamamını oluşturan psikoterapi tekniklerini ifade etmektedir. Psikanalizdeki amaç, hastaların zihinsel değişim süreçleri ile ortaya çıkan bilinçdışı edimlerini bulmaktır. Ayrıca bu şekilde hastanın hürlüğünü kısıtlayan ve artık kullanılmasının bir hükmü olmayan ilişkilerini açığa çıkararak, hastanın içsel huzurunu bulmasını da sağlamaktadır.
  
2. PSİKANALİZİN ORTAYA ÇIKIŞI VE GELİŞİMİ
    1890’lı yıllarda parlak bir nörolog olan Sigmund Freud çalışmalarını genelde nevrotik ve histerik hastalara tedavi bulmaya çalışmıştır. Bu süreçlerde pek çok hastada değişik metotlar uygulayan Freud, pek çok hastasının rahatsızlıklarının temelinde toplusal kültür tarafından kabul edilemeyen, bastırılmış ve bilinçaltında gelişen cinsel taleplerin dışavurumundan kaynaklandığını gözlemlemiştir. Bu doğrultuda düşüncelerini yoğunlaştırarak da psikanalizin temelini oluşturmuştur.

Sigmund Freud’un kendi orijinal fikirleriyle yarattığı psikanalitik kurama göre zihnin yapısal işleyişi, psişik öğeler, kişilik gelişim ve değişim süreçleri etkin bir bakış açısıyla anlatılır.

Freud psikanalizin aşağıdaki hipotezler ile oluştuğunu göstermektedir.

1.    Bireyin gelişimi ve değişiminin anlaşılabilmesinin en mutlak yolu cinsel isteklerinin değişkenlerinin analizidir.
2.    Bireylerin arzularının tetiklediği bilinçdışı çatışmalar kendilerini dil sürçmeleri ve rüyalar gibi benzeri yollarla belli eder.
3.    Bilinçdışı çatışmalar nevrozdan kaynaklanmaktadır.
4.    Psişik karmaşalar cinsel ve saldırgan istekleri baskı altında tutar ve bu istekler de düşüncenin bilinçdışı sistemlerinde saklanır.
5.    Nevroz, psikanaliz ile bilinçdışı taleplerin ve bastırılan duyguların bilince tekrar yerleştirilebilmesiyle tedavi edilebilir.

    Bunun gibi temeli atılmış bir hipotez ya çürütülmek üzere ya da daha da geliştirilmek üzere incelenir. Gerek bu görüşleri çürütmek, gerekse daha da geliştirmek adına pek çok kişi psikanaliz üzerine çalışmalar yapmıştır. Aşağıdaki psikanaliz çeşitleri de bu geliştirmeler ve değiştirmeler sayesinde ortaya çıkmıştır.

1.    Kendilik Psikolojisi (insanlarla iletişim kurarken dengeli bir bireylik hissinin gelişimini empati kurarak oluşturmaya sağlayan düşünce)
2.    Analitik Psikoloji (ruhsal yaklaşımları belirtir)
3.    Nesnel İlişkiler (bireyin kendi yarattığı “diğer” kimseler ile olan ilişkilerini irdeler)
4.    Lacancı Psikanaliz (temel psikanalizi HEGEL Felsefesi ve semiyotik ile birleştirir)
5.    Kişilerarası Psikanaliz (bireyler arası iletişimde detayları vurgular)
6.    İlişkisel Psikanaliz (nesnel ilişkiler ile kişilerarası psikanalizi birleştirerek yeni bir görüşsellik ortaya koyar)
7.    Modern Psikanaliz (psikanalizi bütün duygusal bozuklukları iyileştirme aşamasında kullanılabilir hale getirmektedir)

Bu gibi birbirinden ayrı yaklaşımlar gelişmiş olsa da hepsinin temelinde bireyin kendi kendini aldatması ve geçmişinin durağan ruhsal yaşantısına etkilerini vurgulamak yatmaktadır.

    Düşündüklerini kitaplarında toplayan Freud pek çok psikolojik rahatsızlığın çözümlemesini başarıyla tıbba kazandırmıştır. Kitaplarından bazıları; “Psikanaliz Üzerine Beş Ders”, “Günlük Yaşamın Psikopatolojisi”, “Uygarlığın Huzursuzluğu”, “Haz İlkesinin Ötesinde Ben ve İd”, “Psikanaliz ve Uygulama” ve “Bir Yanılsamanın Geleceği” örnek olarak gösterilebilir.

3. PSİKANALİZ TEKNİĞİ HAKKINDA
Aslında hepimiz gerek medya, gerek arkadaş sohbetleri gerekse de kitaplardan psikanaliz tekniği hakkında bilgi sahibi sayılırız. Hani o hep “çocukluğumuza inelim” sözleri psikanalizin temel safhasını oluşturmaktadır.

    Psikanalizde temel esas serbest çağrışımlara dayanarak hastanın bilincine gelen her şeyi anlatmasını sağlayarak transferans analizini ve dirençliliğini belirlemektir. Bu cümleyi biraz daha açmamız gerekirse transferans analizinin tanımını yapmamız gerektiği aşikârdır.

    Transferans, hastanın geçmişte etkilendiği ve şimdi dışa vurduğu kendine ve sosyal çevreye rahatsızlık veren dürtülerinin arkasında yatan ilişkisini ya da ilişkilerini analiz ederek ortaya çıkarma aşamasını ifade etmektedir. Başarılı bir transferans evresinden sonra ortaya çıkan “kötü kişilik” bulunarak hastanın içsel huzurunu bulması sağlanabilir. Şimdi bunu bir örnek ile açıklarsak sanıyorum transferans evresi hakkında hiçbirimizin aklında bir soru işareti kalmayacaktır.

    On yaşında bir erkek çocuğu kahramanımız olsun. Ailesinin ona karşı uyguladığı baskıcı rejimin had safhada olduğunu varsayalım. Ayrıca çocuğun yaşadığı evdeki küfürleşmelerin ve dayakların da huzursallığı ne kadar bozduğunu düşünelim. Çocuk hep ağlıyor ama o çocuk aklıyla hiçbir şey de yapamıyor, katlanmaktan başka. Bu da yetmezmiş gibi çocuğun babasının her gün belli zaman aralıklarında onu cinsel olarak taciz ettiğini düşünelim. Ama buna rağmen tam bir erkek gibi yetiştirildiğini ve bu doğrultudaki baskıların da had safhada olduğunu varsayalım. O yaşlarında bu gibi durumlarla karşılaşmış olan çocuk büyümenin her evresinde katlanmak zorunda kaldığı şeyleri, utandığı için gizlemek yöntemine dönüştürecektir. Gizli bir eşcinsel olması muhtemel olup, otoriter olan her birimde korkarak yaşamaya devam etmesi de olasıdır. Üstelik hep sustuğunu da varsayarsak, hiçbir zaman adaletsizliğe karşı çıkamayacak ve haklılığını ifade edemeyecektir. İçinde yaşadığı çatışmaların dışa vurumu, onu daha çok asosyalleştirebilecek ve iletişim kurmakta büyük zorluklar ortaya çıkmasına sebebiyet verecektir. Bu noktada olayların çıkış noktası ilk başta “baba” olmak üzere genel olarak “aile” onun bilinçaltında yaşayan canavarıdır. Bu kötü kişilikleri birer birer ortaya çıkararak, bireyin rahatlamasını sağlayan bu analiz aşaması transferans analizini tam olarak ifade etmektedir.

    Hastanın bu durumlara ve bilinçaltında var olan fakat farklı şekilde dışa vurduğu olaylara karşı tavırlarını anlamak ve değerlendirmek aşaması da dirençliliğini ortaya çıkarmaktır.


4. PSİKANALİZE GÖRE ZİHNİN YAPISI
    Freud, psikolojik bastırı ile akla sığmayan ve sosyokültürel bakımdan kabul edilemeyen düşünceleri, arzu ve istekleri, acı veren duygu ve travmatik olayları bilinçdışı olarak nitelendiriyordu. Tabi bu durumda içerik her zaman olumsuz olamazdı. Psikanalize göre bilinçdışı, sadece kendi etkileriyle fark edilmekteydi ve bazı belirtilerle kendini açığa çıkarmaktaydı.

    Bu durumları göz önünde bulunduran Freud zihnin belli bir yapısı olması gerektiğine inandı ve zihni; ego, süperego ve id olmak üzere üç bölüme ayırdı.

4.1 İd
        Freud’a göre İd, zihinde doğuştan var olan ve psişik enerjiyi besleyen yapıtaşıdır. İlkel arzular, cinsellik, susamak, acıkmak vb. güdülerin hepsi İd’de bulunmaktadır. Freud bu psişik enerjiyi doğumla gelen biyolojik bir enerji olarak tarif etmektedir. Bu biyolojik enerjiye Libido ismini veren Freud, bireyin doğumundan itibaren var olan bu enerjinin, gelişim ve değişim süreciyle psişik bir hal aldığını savunur. Ayrıca bu süreç bireyin bilinci dahilinde değil, bilinçdışı olarak gerçekleşmektedir.
        İd bireysel hazza göre hareket ettiği için amacı sadece doyuma ulaşmaktır. Bir şekilde amaca varılamaması durumu ise bireyde strese yol açar ve bu kez onun üstesinden gelebilmek için verilen savaşı güçlendirir. Freud bu durumu çözmenin yolunun birincil sürecini “düşünmek” olarak yorumlar. Bu bağlamda, arzu edilen neyse o düşlenerek doyuma ulaşım sağlanabilir.

4.2 Ego
        Bireyin doğumundan bir süre sonra gelişmeye başlayan ego Freud’a göre bilinci ve gerçekliği temsil etmektedir. Enerjisini İd’den alıp ona göre de şekillenmektedir. Bu süreçte Ego, düşünceyle yaşamanın mümkün olmadığını söyler ve karar verme ve planlama yeteneklerini devreye sokar. Böylece zihnin yapısında Ego, İd’in sabırsızlıkla doyuma ulaşması için yarattığı düşünceleri, gerçekçi bir forma dönüştürmektedir.

4.3 Süperego
        Bu süreç İd ve Ego süreçlerinden sonra oluşur ve birey konuşmaya başladığında, kültürel farklılıkları emmeye başladığında gelişir. Birey büyüdükçe, kültürel faaliyetleri ve gerçekleri, sembolleri, kuralları ve yasakları öğrenip kendine göre içselleştirir.

        Hemen doyuma ulaşmak isteyen İd’den sonra devreye giren ego gerekli şartların sağlanıp sağlanamadığını kontrol eder ve süperego da bu noktada devreye girip, gerçekleşmekte olanın öğrenilegelmiş toplumsal kurallara, ahlaki normlara ve çevreye uygun olup olmadığına karar verir ve buna göre de hareket edilmesini sağlar.

Psikanalize göre bu üç yapıtaşı belirli bir sistematik ile bireyin gelişim sürecini belirleyip, kişiliğini oluşturur. Bu yapılar sürekli birbirilerini tetikleyen ve birbirleriyle etkileşen dinamik yapılardır. Bu dinamik yapı Freud’un bahsettiği kişilik dinamiğini ifade etmektedir. Kişilik dinamiği teorisiyle birlikte temel hipotezler geliştirilerek, bilinçdışı güçlerin davranışları etkilediğini savunan psikodinamik kuramcıları ortaya çıkmıştır.

5. FELSEFENİN PSİKANALİZE ETKİLERİ
    Psikanalizin iki evresinden biri olan transferans analizi, teori ortaya atıldığı zamanlarda pek yaygın olan rasyonalist akımın öngörülerine ters düşmekteydi.

    Rasyonalizm (akılcılık), erişilmek istenen gerçek bilginin doğruluğunun ya da yanlışlığının duyum, deneyim gibi etmenlere değil de zihin, akıl ile değerlendirilebileceğini savunmaktaydı. Kısacası bilginin kaynağı akıldır dediği için, bilginin kaynağına da ancak akıl ile ulaşılabileceğini savunmaktadır. Ayrıca rasyonalizm her bireyin eşit ve değişmez akli ilkelere sahip olduğunu kabul ederek, pek çok mutlak gerçeğin ve “a priori” gerçeklerin varlığını şartsız suretle kabul etmektedir. “A priori ne demek?” diye soran okurlarımıza cevap olarak “Kanıtlanamayacak olguların tümüdür.” dersek sanırım kimsenin aklında bu konuyla ilgili bir bilinmezlik kalmayacaktır.

Rasyonalizmin bu temel ilkeleri, Freud’un savunduğu bilinçdışını tamamen devre dışı bırakıyordu. Öyle ki psikanalize göre, bilinçdışı kavramlar, bireyin gelişimiyle, doğru – yanlış ayırt edebilme yetisiyle doğrudan ilişkiliydi. Dönemin rasyonalistleri psikanalizi hiçbir suretle kabul etmiyordu.

Bu noktada bir başka felsefi akım olan ve rasyonalizmin karşıtı olan irrasyonalizm dikkate değer kılınıyor. İrrasyonalizm en açık ilkesiyle, her şeyin akıl ile açıklanamayacağını savunmaktadır. İrrasyonalizm akımının temel düşünürlerinin başında Alman filozof Schopenhauer gelmektedir. Schopenhauer’e göre asıl gerçeğe erişim “istenç (irade)” ile sağlanabilmektedir. Ayrıca bu istenç kavramı bilinçdışı ve aklı olmayan bir özlüğe de sahiptir. Durum böyle olunca kendisini bütün görünenler dünyasında belli etmesi gerekmektedir. Schopenhauer de tam olarak bunu savunmaktaydı. Ayrıca o’na göre istenç aklın denetiminde olmadığı gibi, adeta insanlarla dalga geçmekteydi. Ünlü filozof istencin, bireyleri gelip geçici tatminlerle ve ulaşılamayacağı aşikar kabul edilen hayallerle, içinden çıkılması güç olan kendinden geçmişlik ve acı hislerine boğduğunu söylemektedir. Bu durumdan kurtulabilmenin tek yolunun ise istenci yok etmek olduğunu savunmaktadır.

İrrasyonalizme göre; yardımlaşmak, kendimizi iyi hissetmeye yönelik edimlerle mutluluğumuzu artırmaya çalışmanın değil, sahip olduğumuz acı ve sefalet duygularını olabildiğince azaltmaya çalışmanın gerçek yaşam biçimi olmalıdır.

İrrasyonalizmin bu gibi temel ilkelerini incelediğimizde aslında psikanalizle ne kadar örtüşebildiğini görüyoruz. Schopenhauer’in “bilinçdışı istenci” ile Freud’un “bilinçaltı” kavramlarının birbirlerine yakınlığı aralarında çok özgün bir bağlantının olduğuna işaret ediyor. İstenç bilinçaltı kavramlar ve olgular ile bilinci etkilemekteydi. Psikanalizin ise bireyin bilinçaltında var olan fakat su yüzüne çıkaramadığı yaşantı ve dürtülerini ifade etmektedir. Bu iki düşünce birbirlerini çok özgün bir şekilde bağlamaktadır.

Freud usu yok sayıp, bilinçaltı olguların varlığını öne sürerek pek çok davranışın, ruhsal süreçler ve dürtüler ile açıklanabildiğini savunmaktaydı. Ayrıca Freud bu savına dayanarak yaptığı araştırmalarda, ortaya çıkan bu davranışların tamamını cinsel istemlerle alakalı olduğunu savunuyordu. Bu görüşü de Schopenhauer’in iki insan arasındaki sevgi duyusunun sadece cinsellik ile alakalı olduğunu savunmasıyla örtüşmektedir. Freud’un yaşam enerjisi diye adlandırdığı libido kavramı ise, Schopenhauer’in temel dürtüler olarak kabul ettiği yaşam ve ölümdeki yaşamı tam olarak ifade etmekteydi. Çünkü üreme isteği, Schopenhauer için yaşam dürtüsünün temelidir.

Mutlaka bahsetmemiz gereken bir nokta daha vardır ki Schopenhauer felsefi yaklaşımlarıyla bireylerin acılarından kurtulmak için onları yok etmesi gerektiğini savunurken, Freud ise bireylerin, bazı davranışlarından kurtulabilmesi için ya da acı çekmelerini sağlayacak unsurlara karşı koyabilmeleri için savunma mekanizmaları geliştirdiklerini savunmuştur. Bu temel benzerlikleri de göz önünde bulundurduğumuzda psikanalizin, irrasyonalizmden oldukça etkilendiğini açıkça görebiliyoruz.

Son olarak benzerliği çok iyi pekiştiren bir cümle söylemek gerekirse, İrrasyonalizm de psikanaliz de temellerinde “hayatın yönetiminin bizlerin elinde olmadığını” savunmaktadır.





İsmail Buğra Özdemir
ARIZA - Kara Köşe - Ekim 2009

Küskün

17 Ocak 2010 Pazar 15:48 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum
televizyonu kapattım önce,
sonra ışıkları,
yatağım beni çağırdı
gitmedim!
sen yoksun diye...

Umut

15:47 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum
sessizce girdim içeri
doğum günümdü
ışığı açtım ve
hiçkimse...

Kuduzluğum

15:46 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum
köylü kızların çamaşırlarını yıkadığı,
bulanık sular gibi mazim...
kirletmediler hiç beni,
çamaşırlarını kirlettiğim kadar.
kimisinin dalları değerdi tenime,
kimisinin kökü bendeydi ezelden,
kimisi çırılçıplak yüzerdi sığlarımda,
kimisi ayaklarını ıslatırdı sade...
bataklığa gebe güneş zamanı.
değeni içime göçürürken unutkanlıklarım
değişimin salyalarını akıtan azgınlığı.
kuduzluğunu bıraktı bende...

Balık

15:42 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum
su idim.
içimde yüzerdi aşklarım,
taşlıklarımda eğleşen eşkinalar gibi..
enginimin oburluğuyla yok ettiklerim
şimdi ruhlarını gezdirirler yakamozlarımda
hatırlarım bir geceyi maziden,
çıplaklığını yüzümle ıslatırdı güneş
gitti,
ıssız ormandaki çavlanın başına...
güldürtmedi kendini horozbinalara...
demek ki karada da yaşayabiliyormuş balıklar...

Eylem'in Özütü

15:18 Gönderen İ.Özdemir 2 yorum
çınar ağacının karnına açılan ayna,iklimle alakası olmayan bir kış yansıtıyordu saçlarına. ve bir de; kirletilmiş hayallerinin oluşturduğu ağacın yaprakları vardı ellerinde. karnına sakladı onları. kimse görmesin diye onları, gökkuşağını sürdü yüzüne. saç diplerine kadar içten bir hüzne gömülmüş bedenini, başparmağındaki insan yuvalarıyla beraber bir uçtan ötekine taşıdı. omzu bu ağır yükün doğurganlığına adım atarken, ince bir hindistan cevizi kokusu sindi üzerine. iki pencere arasında buğulandı durdu, kış esiri kavruk ahşapın üzerinde. yaz olmak istermiş, daha önce hiç gevelenmemiş cümleler gevelemek, bir nigah arasında çok uzaklara. içinde acıttı onları, göz pınarlarından dışarı taşarken... deniz fenerinden istasyonlar geçiyordu, karşıyaka limanından sesler yükseliyordu. kualklarında "heyya mola" şarkıları söylüyordu rüzgar. durdu. günlerden neydi hatırlayamadı. balıklar tuz fışkırtıyordu çırpınan kuyruklarından yüzüne, anlamadı. tütün sancısı üflüyordu gözleri. yorgun ama dimdik. asırları gözbebeğinde oynatmış gibi derin. uykusunda sakladı onları ve sadece kendisi gördü. sular yükseldi ertesi gün, bildi bugün "o gün" ceplerindeki kağıt gemiler ve avuçlarındaki koku, yetmemişti pamuk şeker almaya küçükken. anımsadı, pencereye başını dayayıp iç çeken çocuklar gibi baktı. tırmaladığı biçimsiz dudakları arasından bir yakarışın nidasını dinledik, segah makamında. yüzünde güller açarken, içinde dağlanmış bir deryanın karanlığı. işte bu onun özütüydü.

13 Ocak 2010 Çarşamba 17:10 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum


Yer: İzmir
Model: İsmail Özdemir
Çizer: Bilge

Bilge

17:08 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum


Kadıköy Çok Soğuk

17:05 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum

Yer: İstanbul
Model: Nazlı BORA

Uçmayı Düşlerken

17:04 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum


Why So Serious?

17:01 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum

Öpüşme

17:01 Gönderen İ.Özdemir 1 yorum

Yüzsüz Nü

17:00 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum



Ecinniler

16:59 Gönderen İ.Özdemir 2 yorum

Merhaba!

16:58 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum

Boyutsuzluk

16:55 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum

Bilge'nin Surreal Portresi Diyelim

16:55 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum

Şahsi Portre Diyelim

16:54 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum