Hastane Günlüğü

19 Ekim 2009 Pazartesi 10:22 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum
Düşün. Bembeyaz 4 duvar, ama hiç tablo yok. Çok acı... Yatması rahat bir yatak, o da bembeyaz... Bir tane yeşil koltuk. Hastanın rahat etmesini(!) sağlayacak bir kaç küçük detay daha... Herşey o kadar steril ve kurumsal ki, insanın bu yalnızlıkta bu küçük yaradılışa isyan edesi, bir şeyleri bozup kirletesi geliyor... Odadaki her bir parça benle beraber o kadar yalnız ki, artık onlar bana vücudumun birer parçası ymış gibi geliyor. Eminim ben de onların tanrısıyım. Ya da kendimi ancak bu şekilde biraz avutabilirim. Böyle bir yerde olunca insanın yapabilecek pek bir şeyi olmuyor. Ya oturup resim çizebilirim ya da bir kaç satır bir şeyler yazabilirim. İstekli bir hapis hayatı yaşıyorsun burada. Mahkum sen, gardiyan sen, cellat sen, güneş sen, tanrı, kul hepsi sen oluyorsun burada. Bütün matematiksel hesapların yanıldığını keşfediyorsun. Çünkü hiçbir olasılık senin istediğin yönde hesaplanamıyor. Çünkü delisin, her ne kadar etrafındakiler böyle söylemese de, gerçek ve hayalin beynindeki mükemmel kaosuna engel olamıyorsun. Birazdan iğne yiyeceğim, sonra deliksiz bir uyku. Hiçbiri gerçek olmayan binbir görüntüyle uyandırılacağım yine gecenin bir vakti ve yine hiçbir hayalin seni bu kadar üzemeyeceği bir gerçekle uyuyacağım. Şanslıyım fakat. Telefon kullanabiliyorum.

Dilsizlik

10:19 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum

Sıcak bir meltem ve çiseleyen yağmurlu bir hava vardı dışarıda. bir paket sigara almak için tekel bayisine alelacele attım kendimi. kimseyle konuşmamama rağmen dükkan sahibi ile ahbap olmuş gibiyiz. Mesela bu markete her gelişimde sigara ve kahve aldığım için market sahibi otomatik olarak sadece birinden birini aldığımda diğerinden isteyip istemediğimi de soruyor. oldukça hoş bir durum ileride insanlar koşullanarak öğrendiğinde her şeyi, kişi bir şey istediğinde konuşmak zorunda kalmayacak gibi bir felsefe yapıyordum alışveriş esnasında. tam o sırada etrafı ilginç bir şarap kokusu alıverdi. uzun zamandır alkol kullanmadığım için bir zamanlar en sevdiğim kokudan çok az da olsa tiksindim. kafamı çevirip kokunun nereden geldiğini öğrenmek istediğimde yanımda dikilen saçı sakalı birbirine karışmış, çok eski olduğu dikiş ipliklerinin bir kısmının saçıldığından belli olan kahverengi ceketli, yırtık ayakkabılı bir ihtiyarı fark ettim. tahmin ettiğim üzere şarap kokusu ondan geliyordu. market sahibi elini uzattı, ihtiyar parayı verdi, market sahibi arkadaki buz dolabından bir şişe şarabı çıkarıp ihtiyara verdi ve ihtiyar yavaş adımlarla gitti. o anı inanılmaz bir hayranlıkla izledim diyebilirim. çünkü az önce yanımdaki ihtiyar önceleri olmak istediğim kişiydi. bir kaç dakika büyük bir şaşkınlıkla adamın arkasından bakıverdim. kendime gelip tekrar market sahibine döndüm ve sigaramı alıp bende yavaş adımlarla uzaklaştım. market ile ev arasındaki 150 metrelik mesafeyi sürekli düşünerek yürüdüm. neler düşünmedim ki acının tanımını yapmak istedim ilk önce, sonra sevgini, sonra sevincin, iyimserliğin, kötümserliğin ve hatta bu dünyadaki herşeyin matematiksel karşılığını sorguladım. apartmana girip ilk önce asansörü çağırdım. fakat düğmeye bastıktan sonra fark ettim ki asansör 6. katta oysa ben 2. katta oturuyorum 5. kata gelirken asansör koşar adımlarla kapımınönüne kadar geldim. kapıyı açıp yine aynı hızla oturma odasına yöneldim.

Bir sokak köpeğine öykünüş

16 Ekim 2009 Cuma 04:00 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum
Diğer günlere nazaran serin bir hava hakim bugün İzmir’de. Biraz serinliğe aç onlarca kişi Büyük Park’a doluşmuşlar. Dikkatimi çeken en önemli şey herkesin gruplar halinde olduğu bugün. Tek başına oturan bir ben bir de tam kuzeydoğumda kalan sokak köpeği var. Koyu kahverengi tüyleri, az önce girdiği havuzda ıslanmış, kuyruğunun bir kısmı, kainattaki en medeni ve sosyal varlıklar olan bizler, insanlar tarafından kopartılmış mahzun mahzun oturuyor. Pek çoğu belki bu durumda sokak köpeğini “zavallı hayvancık” diye anacaktır. Ancak burada zavallı olan o sokak köpeği mi, yoksa bizler miyiz bunu bir düşünmek gerek... Etrafı göz ucuyla süzerken takıldım ona. Tıpkı benim gibi başını sağa sola çevirerek etraftaki eylemleri ya da eylemsizliği seyrediyor. Aramızda tek bir fark var bilim adamlarına göre, o da benim etraftakileri yorumlayıp anlayabiliyor olmam. Oysa bir karşıcı olan ben ise tam aksini düşünmekteyim. Bizler etrafımızdaki onca eylemi görmezden gelerek yorum yapmaktan kaçınırken, o sokak köpeği, hiçbirimizin yapmaya cesaret edemediği “anlamaya çalışmak” işini icra ediyor. Nasıl da merak ediyorum bu dilsiz harikulade yaratıkların evrenin içinde taşıdıkları sırları anlatamam… Bir kedi yaklaşıyor o’na doğru ve bir tırmalama girişiminde bulunuyor. Hem de hiç sebep yokken. “Eceli gelen köpek cami duvarına pislermiş” misali… Köpek hiç oralı olmuyor bile. Sırf bu eylemsizlikten ötürü bile aslında ne kadar benzeştiğimizi kanıtlayabilirim. Çaresiz bir insanın, kendisine yaklaşan bütün fiili ve zihni saldırılara kendini kapatması gibi, tamamen eylemsiz kalıyor. Bizler birebir bu şekilde değil miyiz? Hayatımızdan bezmiş ve ölümümüzü bekleyen pek çoğumuzun etraftaki her şeye eylemsiz kalmasıyla birebir örtüşüyor işte bu davranış. Şimdi etrafımdaki herkesi kapatıyor ve tamamen o’na yaklaşıyorum. Hiçbir dış etkeni umursamadan o köpeğin yanına gidip çömüyorum. Başını çeviriyor, bana bir kez bakıp, baştan aşağı süzdükten sonra, tekrar -hiç önemsemeden- başını etrafta gezdirmeye devam ediyor. Geldiğimden hoşnut olmuş olacak ki, yarısı kesilmiş kuyruğunu sallamaya başlıyor. Elimi o’na uzatmak istediysem de ilk önceleri cesaret edemedim. Çünkü benim en çok korktuğum şey köpekler ve projektör ışıklarıdır. Biraz cesaret toplayıp elimi sırtına uzatabiliyorum ve yavaşça okşamaya başlıyorum. Dilini çıkarıyor ve başını sol omzundan aşağı doğru sarkıtıyor. Gözlerindeki hüznü, öyle bir işliyor ki içime, o an orada her şeyi bırakıp o’nu evime götürmek istiyordum. Fakat bunu yapmak bana bir efendilik o’na da bir kölelik hissi yaratacağından korktuğum için bu düşünceyi hemen aklımdan uzaklaştırıyorum. Birkaç dakika boyunca elimi o’nun vücudundan hiç ayırmadan okşamaya devam ediyorum. Ben okşadıkça o gülümsüyor sanki. Yüzündeki hüzün çizgileri, içten bir pırıltıya dönüşüyor. Birazdan okşamayı kesiyorum ve o başını öne doğru birkaç kez sallıyor. Sizler nasıl yorumlarsınız bilmiyorum ama ben bu hareketini bir teşekkür olarak nitelendirdim. Utanmadım, umursamadım ve ben de o’na teşekkür ettim. Etraftaki insanların alaycı ve garip bakışlarını hiç mi hiç düşünmeden. En fazla bir deli olduğumu düşüneceklerdi. Onların sınıfında ya da çok istedikleri statükolar arasında yer almaktansa, aralarına kabul etmedikleri bir deli olmayı zaten yeğlerdim ben. Bir adım daha ileri giderek, o sokak köpeğine, bir anımı anlatmaya başlıyorum…

“Ankara, belki de Türkiye’deki en garip hava akımına sahip şehirdir. Sıcakları kepçe kulaklarımızı kızartırken, soğukları iliklerimizi dondurur. Yine buz kesmiş bir Ankara havasında, Kızılay’da dolaşırken bir banka yaklaşıp oturdum. Canım sıkılmıştı ve etraftaki her şeyden sıkılmıştım. Üstelik alkollüydüm çokça. Bir köpek öldürenin üstüne içilen bir kanyağın ısıtamayacağı bünye yoktur. Tam karşımda bir kitap evi, içinde yedi bilemedin sekiz kişi ancak var. Hemen yanındaki X Cafe ise tıklım, tıklım dolu. Tavla oynayanlar mı dersin, okey oynayanlar mı dersin hınca hınç. Bu görüntü yüzümde anlamsız bir gülümseme oluştursa da etrafı süzmeyi bırakıp, başımı öne eğdim. Birkaç dakika sonra –Selamünaleyküm- diyerek yanıma bir adam oturdu. –Aleykümselâm- diyerek cevap verdikten sonra biraz kenara kaydım. -Bir sigara verebilir misin kardeşim?- dedi ve ben de “Tabi ki veririm kardeşim” diyerek paketimden bir sigara çıkarıp verdim. Sigarayı aldı ve gitti. Birkaç dakika daha geçmişti ki, yırtık bir kot pantolonlu, üzerinde kottan bir ceket ve içinde siyah göğüs dekolteli bir bluz ile bir kadın belirdi yanımda. Birkaç saniye baktıktan sonra, üzerindeki yorgunluğu ve uykusuzluğu fark ettim. O’nun da rahat edebilmesi için iyice köşeye kaydım. Sigara paketimden bir adet sigara çıkarıp tam ağzıma götürecektim ki, nezaketen sormam gerektiğini fark edip yanımdaki kadına içip içmek istemediğini sordum. Kullanmadığını belirterek beni epey şaşırttı. Birkaç dakika sonra artık bank iyice dolmaya başlamıştı. Burası aynı zamanda bir otobüs seferi için bekleme noktası da sayılabileceğinden bu kadar kalabalık oluşması gayet doğaldı. Birden omzumda bir ağırlık hissetmeye başladım. Yanımdaki kadın yorgunluktan olsa gerek uykuya dalmış ve başı omzuma düşmüştü. Banktaki diğer erkeklerin fısıltılarından, yanımdaki kadının bir hayat kadını olduğunu duydum. Fısıltılar değiştikçe, aslında ne kadar iğrençleşebildiğimizi anlıyordum. Hiç aldırış etmeden kadının daha rahat edebilmesi için omzumu o’nun için daha uygun bir noktaya getirdim. Oturuş şeklim beni rahatsız ediyordu, fakat yanımdaki kadın rahat edecekti ya bu yeterliydi. Otobüsüm gelmişti ama kalkmadım. Kadının daha fazla uyuyup, daha fazla dinlenebilmesi için bekledim. Nasılsa sabaha kadar uyumayacaktı ya… Aradan yarım saat geçti ve kadın uyandı. Kendini omzumda fark edince, garip bir telaş ve ürkeklik ile gözlerimin içine bakıp özür diledi. O özür ki bence dünyanın en gereksiz özrüydü. Ben de bunu ince bir şekilde ifade edebilmek için önemli olmadığını söyledim. Daha sonra aramızda şöyle bir konuşma geçti;

Kadın : Otobüs mü bekliyordunuz?
Ben : (Gülümseyerek)… Evet. Ama kaçtı sonrakine bineceğim artık.
Kadın : (Çok üzülmüş bir yüz ifadesi ile)… Benim yüzümden mi kaçırdınız otobüsünüzü? İnanın çok özür dilerim tekrar.
Ben : Hayır canım sizin yüzünüzden değil. Bilerek kaçırdım otobüsü.
Kadın : Nasıl yani?
Ben : Eğer o otobüse binseydim. Sizi uyandırmak zorunda kalacaktım. Sonra siz yine yorgunluğunuzdan ötürü uyumaya devam edecek ve hemen sağınızda bulunan kişinin omzuna düşecektiniz. Omzuna düştüğünüz kişinin sizin hakkında fısıltılarından bunun pek de iyi bir şey olmadığını düşünüp, sizi yalnız bırakmak istemedim. Bu yüzden bilerek kaçırdım otobüsü.
Kadın : Ne diyeceğimi bilemedim. Çok teşekkür ederim. O zaman hakkımda bir şeyler öğrenmiş de oldunuz. Evet. Ben bir hayat kadınıyım. Buraya da bir müşteriden gelmiştim. Yorgunluğum o yüzden. Eve gidecek kadar da takatim kalmamış ki uyuyakalmışım. Keşke hayatımdaki her şeyi silgiyle silip, tekrar çizebilsem…
Ben : Keşke… Fakat böyle bir şansımızın olmadığını biliyorsunuz. Bu yüzden dilemek yerine eyleme geçmek daha mantıklı görünüyor.
Kadın : Nasıl eyleme geçebilirim ki? Siz bizim piyasaları bilmezsiniz. Ben 20 yaşından beri yapıyorum bunu. Şimdi 26 yaşına geldim. Ve bu 6 yıl boyunca adım adım izlendim. Şimdi bile izleniyorumdur ve aslında sizinle iş konuştuğum düşünülüyordur. Hatta bu kadar sohbetin üzerine bir şey olmazsa belki beni dövebilirler bile. Ama bu kısacık sohbet ve bana açtığınız omzunuz için, yiyeceğim dayak benim için kutsal olacaktır emin olun.
Ben : Anlıyorum… Peki o zaman ben sizi alıp bir yerlere götüreyim ve vizite ücretinizi de ödeyeyim. Bunun karşılığında da sohbet edelim sadece olur mu? Mesela yemek yemeye gidelim. Biriyle anlaştıktan sonra da sizi takip ederler mi?
Kadın : Etmezler. Ama bunu yapmak istediğinizden emin misiniz? Yani beni pek çok kişi bilir buralarda ve çoğu yere almazlar.
Ben : Almazlar mı? O zaman daha iyi. Çok eğlenceli olacaktır eminim, hadi kalkalım o vakit…
Kadın : Çok mutlu oldum. Teşekkür ederim, bu iyiliğiniz için. Bunu asla unutmayacağım.

Ayağa kalktım ve kadına elimi uzattım. Koluma girebileceğini belirttikten sonra, göğsüm dimdik ve gururlu bir halde yürümeye başladık. Öyle gururluydum ki anlatamam. Etraftaki onca insanın “bakın orospuyu kapmış gidiyor ramazan ramazan orospu çocuğu” bakışları ve deyişlerine aldırmadan yürüdük. Yol boyunca ben kendimden bahsettim. Aslında kendimden değil de yapmak istediklerimden diyelim. Ütopik dedi bana. Ütopik. Sen cevap ver şimdi okurken bana ütopik ne demek? Göz ucuyla baktığınız ve aşağıladığınız bir hayat kadını, belki de kullanılabilecek en doğru yerde kullandı bu kelimeyi. O an etrafımdaki bütün kültür elçilerini öldürdüm… Bir restorana geldik nihayet. Kızılay’ı bilen bilir, lüks restoranların epey çok olduğu bir yerdir. Ben de inadına öyle bir yere girmek istedim, aslında hiçbir zaman öyle yerlerde yemek yemezken. Kapıdaki adam bizi şöyle bir süzüp, giremeyeceğimizi belirtti. Neden diye sorduğumda, herkesi almadıklarını belirtti. Kahkahalara boğuldum o an. Kadın da benim kahkahamdan cesaret almış olacak ki o da gülmeye başladı. Birden kahkahayı kestim ve kapıcıya anlatım bozukluğu yaptığını söyledim. Herkesi almıyoruz dersen eğer şu an içeride kimsenin olmaması gerektiğini söyledim ve tekrar gülmeye başladım. Bu sefer Filiz, kahkahalara gömüldü. Sonra tekrar:

- yani anlayamadığımı söylüyorum niye içeri giremiyoruz tekrar eder misiniz?
-
diye sordum. Kapıcı ise şaşkınlık içerisinde ama hiç istifini ve duruşunu bozmadan:

- sizin gibileri almıyoruz!

diye cevaplandırdı. Ben yine hafif bir gülümsemeyle:

- Allah Allah. Yani bizim gibi derken neyi kastettiniz? İçerideki insanların beyni bizden daha fazla mı çalışıyor? Ya da ne bileyim bizden farklı uzuvlara mı sahipler. Ya da bizden zenginler mi? Bende epey para var. Nedir?

diye sordum. Filiz yine güldü. Kapıcı:

- Gidin buradan. Almıyoruz dedik işte. Bir orospu ve o’nun sikicisine yerimiz yok. Buraya kaliteli insanlar gelir.

dedi ve ben de:

- Hah şöyle. Adam ol ne düşünüyorsan onu söyle. Şimdi ben de düşündüğümüzü söyleyeyim. Sen patronlarını çok seviyorsun sanırım. Seni iyi tatmin ediyorlardır umarım. Biz hayatın orospusuyuz en azından, senin gibi paranın orospusu değiliz. Seni herkes siker, ama biz istediğimize veririz.

dedim ve hiç onun diyeceklerini beklemeden oradan uzaklaştık. Filiz koluma daha sıkı sarıldı ve başını omzuma yasladı tekrar. Üşüyordu. Ben de üşüyordum. Biraz sonra bana ne kadar eğlenceli biri olduğumu söyledi ve teşekkür etti. O’nu savunduğum ve kendimi onla eş görerek konuştuğum için. Bir süre sonra, yeni bir lokantaya geldik. Az önceki kadar olmasa da bu lokanta da gayet lüks bir yerdi. Üstelik kapıda kapıcı da yoktu. İçeri girip en ön masalardan birine oturduk hemen. Menüde adını bile telaffuz edemediğim, Fransız ve İtalyan yemekleri vardı. Filiz içlerinden birinin harika bir yemek olduğunu söyledi. Balıkların şarap ile sulandırıldığı ve üzerine peynir ezmeleri ile bazı otların serpiştirildiği bir yemek… Ben vejetaryen olduğum için, o’na etsiz bir yemek olarak hangisini önerebileceğini sordum. O da bir makarna çeşidini anlattı, anlatırken ağzı ballanarak. Garson geldi, hiç kim ve ne olduğumuza bakmadan:

- Hoş geldiniz hanım efendi, hoş geldiniz efendim. Ne arzu edersiniz?

diye sordu. Ayağa kalktım ve elini sıkıp teşekkür ettim. Aynı şekilde Filiz de… Çocuk biraz şaşırmış olsa da aslında neden böyle yaptığımızı içten içe biliyordu. Siparişimizi verdik ve konuşmaya başladık. Nelerden konuşmadık ki, içkiyi ne kadar çok sevdiğimden tutun, Filiz’in kocası tarafından nasıl satıldığına evlenme ayağıyla, benim sözde o ütopik düşüncelerimden tutun, Filiz’in siyasi ideolojilerine kadar her şeyden konuştuk. Yemeğimiz bittiğinde o’nu tekrar banka götürdüm. Otobüsünü beklerken yine başı omzumdaydı. Ama bu sefer uyumuyordu ve kim bilir neler düşünüyordu. Sormadım. O anını bozmayı hiç istemediğim için sormadım. Otobüsü uzaktan belirdiğinde bana döndü ve mahcup bir tavır ile teşekkür etti. Ben de gülümseyerek, yanağına bir öpücük kondurdum ve rica ettiğimi belirttim. Arada sırada bunu yapalım diye de ekledim… O otobüsüne bindi ve camdan bakıyordu halen, bense halen bankta oturuyordum ve gülümsüyordum. Otobüs hareketlenince el salladım, o da el salladı. Otobüs gitti ve ben bir meyhane aramaya başladım…”

Köpek söylediklerimden belki de hiç etkilenmemişti ama beni hiç kesmeden, olayları saptırıp değiştirmeye çalışmadan dinledi. Bazen katılmadı da diyemeyeceğim, hırlamalarından ve nefes alıp verişinden katkı yapmak istediğini anlayabiliyordum. Bu da bana yeterliydi zaten. İki elimle köpeğin başını avuçlarım arasına alıp okşayarak “Beni dinlediğin için teşekkür ederim.” dedim. Köpek ellerimi yaladı, bir kez havladı ve arkasına birkaç kez bakarak çekti gitti. Ben de çömeldiğim yerde biraz daha bekleyerek etrafı izledim. Tıpkı az önce köpeğin yaptığı gibi. Hiçbir eylemi yorumlamadan, sadece anlamaya çalışarak…


10 Eylül 2009