Psikanalizin Felsefik İncelemesi

29 Ocak 2010 Cuma 15:00 Gönderen İ.Özdemir
1. PSİKANALİZ ÜZERİNE
    Dergimizin ilk sayısında Sigmund Freud’un teorisi olan “psikanaliz” üzerinde duracağız. Tanım olarak baktığımızda psikanaliz, Freud’un geliştirmiş olduğu psikolojik yöntemlerinin tamamını oluşturan psikoterapi tekniklerini ifade etmektedir. Psikanalizdeki amaç, hastaların zihinsel değişim süreçleri ile ortaya çıkan bilinçdışı edimlerini bulmaktır. Ayrıca bu şekilde hastanın hürlüğünü kısıtlayan ve artık kullanılmasının bir hükmü olmayan ilişkilerini açığa çıkararak, hastanın içsel huzurunu bulmasını da sağlamaktadır.
  
2. PSİKANALİZİN ORTAYA ÇIKIŞI VE GELİŞİMİ
    1890’lı yıllarda parlak bir nörolog olan Sigmund Freud çalışmalarını genelde nevrotik ve histerik hastalara tedavi bulmaya çalışmıştır. Bu süreçlerde pek çok hastada değişik metotlar uygulayan Freud, pek çok hastasının rahatsızlıklarının temelinde toplusal kültür tarafından kabul edilemeyen, bastırılmış ve bilinçaltında gelişen cinsel taleplerin dışavurumundan kaynaklandığını gözlemlemiştir. Bu doğrultuda düşüncelerini yoğunlaştırarak da psikanalizin temelini oluşturmuştur.

Sigmund Freud’un kendi orijinal fikirleriyle yarattığı psikanalitik kurama göre zihnin yapısal işleyişi, psişik öğeler, kişilik gelişim ve değişim süreçleri etkin bir bakış açısıyla anlatılır.

Freud psikanalizin aşağıdaki hipotezler ile oluştuğunu göstermektedir.

1.    Bireyin gelişimi ve değişiminin anlaşılabilmesinin en mutlak yolu cinsel isteklerinin değişkenlerinin analizidir.
2.    Bireylerin arzularının tetiklediği bilinçdışı çatışmalar kendilerini dil sürçmeleri ve rüyalar gibi benzeri yollarla belli eder.
3.    Bilinçdışı çatışmalar nevrozdan kaynaklanmaktadır.
4.    Psişik karmaşalar cinsel ve saldırgan istekleri baskı altında tutar ve bu istekler de düşüncenin bilinçdışı sistemlerinde saklanır.
5.    Nevroz, psikanaliz ile bilinçdışı taleplerin ve bastırılan duyguların bilince tekrar yerleştirilebilmesiyle tedavi edilebilir.

    Bunun gibi temeli atılmış bir hipotez ya çürütülmek üzere ya da daha da geliştirilmek üzere incelenir. Gerek bu görüşleri çürütmek, gerekse daha da geliştirmek adına pek çok kişi psikanaliz üzerine çalışmalar yapmıştır. Aşağıdaki psikanaliz çeşitleri de bu geliştirmeler ve değiştirmeler sayesinde ortaya çıkmıştır.

1.    Kendilik Psikolojisi (insanlarla iletişim kurarken dengeli bir bireylik hissinin gelişimini empati kurarak oluşturmaya sağlayan düşünce)
2.    Analitik Psikoloji (ruhsal yaklaşımları belirtir)
3.    Nesnel İlişkiler (bireyin kendi yarattığı “diğer” kimseler ile olan ilişkilerini irdeler)
4.    Lacancı Psikanaliz (temel psikanalizi HEGEL Felsefesi ve semiyotik ile birleştirir)
5.    Kişilerarası Psikanaliz (bireyler arası iletişimde detayları vurgular)
6.    İlişkisel Psikanaliz (nesnel ilişkiler ile kişilerarası psikanalizi birleştirerek yeni bir görüşsellik ortaya koyar)
7.    Modern Psikanaliz (psikanalizi bütün duygusal bozuklukları iyileştirme aşamasında kullanılabilir hale getirmektedir)

Bu gibi birbirinden ayrı yaklaşımlar gelişmiş olsa da hepsinin temelinde bireyin kendi kendini aldatması ve geçmişinin durağan ruhsal yaşantısına etkilerini vurgulamak yatmaktadır.

    Düşündüklerini kitaplarında toplayan Freud pek çok psikolojik rahatsızlığın çözümlemesini başarıyla tıbba kazandırmıştır. Kitaplarından bazıları; “Psikanaliz Üzerine Beş Ders”, “Günlük Yaşamın Psikopatolojisi”, “Uygarlığın Huzursuzluğu”, “Haz İlkesinin Ötesinde Ben ve İd”, “Psikanaliz ve Uygulama” ve “Bir Yanılsamanın Geleceği” örnek olarak gösterilebilir.

3. PSİKANALİZ TEKNİĞİ HAKKINDA
Aslında hepimiz gerek medya, gerek arkadaş sohbetleri gerekse de kitaplardan psikanaliz tekniği hakkında bilgi sahibi sayılırız. Hani o hep “çocukluğumuza inelim” sözleri psikanalizin temel safhasını oluşturmaktadır.

    Psikanalizde temel esas serbest çağrışımlara dayanarak hastanın bilincine gelen her şeyi anlatmasını sağlayarak transferans analizini ve dirençliliğini belirlemektir. Bu cümleyi biraz daha açmamız gerekirse transferans analizinin tanımını yapmamız gerektiği aşikârdır.

    Transferans, hastanın geçmişte etkilendiği ve şimdi dışa vurduğu kendine ve sosyal çevreye rahatsızlık veren dürtülerinin arkasında yatan ilişkisini ya da ilişkilerini analiz ederek ortaya çıkarma aşamasını ifade etmektedir. Başarılı bir transferans evresinden sonra ortaya çıkan “kötü kişilik” bulunarak hastanın içsel huzurunu bulması sağlanabilir. Şimdi bunu bir örnek ile açıklarsak sanıyorum transferans evresi hakkında hiçbirimizin aklında bir soru işareti kalmayacaktır.

    On yaşında bir erkek çocuğu kahramanımız olsun. Ailesinin ona karşı uyguladığı baskıcı rejimin had safhada olduğunu varsayalım. Ayrıca çocuğun yaşadığı evdeki küfürleşmelerin ve dayakların da huzursallığı ne kadar bozduğunu düşünelim. Çocuk hep ağlıyor ama o çocuk aklıyla hiçbir şey de yapamıyor, katlanmaktan başka. Bu da yetmezmiş gibi çocuğun babasının her gün belli zaman aralıklarında onu cinsel olarak taciz ettiğini düşünelim. Ama buna rağmen tam bir erkek gibi yetiştirildiğini ve bu doğrultudaki baskıların da had safhada olduğunu varsayalım. O yaşlarında bu gibi durumlarla karşılaşmış olan çocuk büyümenin her evresinde katlanmak zorunda kaldığı şeyleri, utandığı için gizlemek yöntemine dönüştürecektir. Gizli bir eşcinsel olması muhtemel olup, otoriter olan her birimde korkarak yaşamaya devam etmesi de olasıdır. Üstelik hep sustuğunu da varsayarsak, hiçbir zaman adaletsizliğe karşı çıkamayacak ve haklılığını ifade edemeyecektir. İçinde yaşadığı çatışmaların dışa vurumu, onu daha çok asosyalleştirebilecek ve iletişim kurmakta büyük zorluklar ortaya çıkmasına sebebiyet verecektir. Bu noktada olayların çıkış noktası ilk başta “baba” olmak üzere genel olarak “aile” onun bilinçaltında yaşayan canavarıdır. Bu kötü kişilikleri birer birer ortaya çıkararak, bireyin rahatlamasını sağlayan bu analiz aşaması transferans analizini tam olarak ifade etmektedir.

    Hastanın bu durumlara ve bilinçaltında var olan fakat farklı şekilde dışa vurduğu olaylara karşı tavırlarını anlamak ve değerlendirmek aşaması da dirençliliğini ortaya çıkarmaktır.


4. PSİKANALİZE GÖRE ZİHNİN YAPISI
    Freud, psikolojik bastırı ile akla sığmayan ve sosyokültürel bakımdan kabul edilemeyen düşünceleri, arzu ve istekleri, acı veren duygu ve travmatik olayları bilinçdışı olarak nitelendiriyordu. Tabi bu durumda içerik her zaman olumsuz olamazdı. Psikanalize göre bilinçdışı, sadece kendi etkileriyle fark edilmekteydi ve bazı belirtilerle kendini açığa çıkarmaktaydı.

    Bu durumları göz önünde bulunduran Freud zihnin belli bir yapısı olması gerektiğine inandı ve zihni; ego, süperego ve id olmak üzere üç bölüme ayırdı.

4.1 İd
        Freud’a göre İd, zihinde doğuştan var olan ve psişik enerjiyi besleyen yapıtaşıdır. İlkel arzular, cinsellik, susamak, acıkmak vb. güdülerin hepsi İd’de bulunmaktadır. Freud bu psişik enerjiyi doğumla gelen biyolojik bir enerji olarak tarif etmektedir. Bu biyolojik enerjiye Libido ismini veren Freud, bireyin doğumundan itibaren var olan bu enerjinin, gelişim ve değişim süreciyle psişik bir hal aldığını savunur. Ayrıca bu süreç bireyin bilinci dahilinde değil, bilinçdışı olarak gerçekleşmektedir.
        İd bireysel hazza göre hareket ettiği için amacı sadece doyuma ulaşmaktır. Bir şekilde amaca varılamaması durumu ise bireyde strese yol açar ve bu kez onun üstesinden gelebilmek için verilen savaşı güçlendirir. Freud bu durumu çözmenin yolunun birincil sürecini “düşünmek” olarak yorumlar. Bu bağlamda, arzu edilen neyse o düşlenerek doyuma ulaşım sağlanabilir.

4.2 Ego
        Bireyin doğumundan bir süre sonra gelişmeye başlayan ego Freud’a göre bilinci ve gerçekliği temsil etmektedir. Enerjisini İd’den alıp ona göre de şekillenmektedir. Bu süreçte Ego, düşünceyle yaşamanın mümkün olmadığını söyler ve karar verme ve planlama yeteneklerini devreye sokar. Böylece zihnin yapısında Ego, İd’in sabırsızlıkla doyuma ulaşması için yarattığı düşünceleri, gerçekçi bir forma dönüştürmektedir.

4.3 Süperego
        Bu süreç İd ve Ego süreçlerinden sonra oluşur ve birey konuşmaya başladığında, kültürel farklılıkları emmeye başladığında gelişir. Birey büyüdükçe, kültürel faaliyetleri ve gerçekleri, sembolleri, kuralları ve yasakları öğrenip kendine göre içselleştirir.

        Hemen doyuma ulaşmak isteyen İd’den sonra devreye giren ego gerekli şartların sağlanıp sağlanamadığını kontrol eder ve süperego da bu noktada devreye girip, gerçekleşmekte olanın öğrenilegelmiş toplumsal kurallara, ahlaki normlara ve çevreye uygun olup olmadığına karar verir ve buna göre de hareket edilmesini sağlar.

Psikanalize göre bu üç yapıtaşı belirli bir sistematik ile bireyin gelişim sürecini belirleyip, kişiliğini oluşturur. Bu yapılar sürekli birbirilerini tetikleyen ve birbirleriyle etkileşen dinamik yapılardır. Bu dinamik yapı Freud’un bahsettiği kişilik dinamiğini ifade etmektedir. Kişilik dinamiği teorisiyle birlikte temel hipotezler geliştirilerek, bilinçdışı güçlerin davranışları etkilediğini savunan psikodinamik kuramcıları ortaya çıkmıştır.

5. FELSEFENİN PSİKANALİZE ETKİLERİ
    Psikanalizin iki evresinden biri olan transferans analizi, teori ortaya atıldığı zamanlarda pek yaygın olan rasyonalist akımın öngörülerine ters düşmekteydi.

    Rasyonalizm (akılcılık), erişilmek istenen gerçek bilginin doğruluğunun ya da yanlışlığının duyum, deneyim gibi etmenlere değil de zihin, akıl ile değerlendirilebileceğini savunmaktaydı. Kısacası bilginin kaynağı akıldır dediği için, bilginin kaynağına da ancak akıl ile ulaşılabileceğini savunmaktadır. Ayrıca rasyonalizm her bireyin eşit ve değişmez akli ilkelere sahip olduğunu kabul ederek, pek çok mutlak gerçeğin ve “a priori” gerçeklerin varlığını şartsız suretle kabul etmektedir. “A priori ne demek?” diye soran okurlarımıza cevap olarak “Kanıtlanamayacak olguların tümüdür.” dersek sanırım kimsenin aklında bu konuyla ilgili bir bilinmezlik kalmayacaktır.

Rasyonalizmin bu temel ilkeleri, Freud’un savunduğu bilinçdışını tamamen devre dışı bırakıyordu. Öyle ki psikanalize göre, bilinçdışı kavramlar, bireyin gelişimiyle, doğru – yanlış ayırt edebilme yetisiyle doğrudan ilişkiliydi. Dönemin rasyonalistleri psikanalizi hiçbir suretle kabul etmiyordu.

Bu noktada bir başka felsefi akım olan ve rasyonalizmin karşıtı olan irrasyonalizm dikkate değer kılınıyor. İrrasyonalizm en açık ilkesiyle, her şeyin akıl ile açıklanamayacağını savunmaktadır. İrrasyonalizm akımının temel düşünürlerinin başında Alman filozof Schopenhauer gelmektedir. Schopenhauer’e göre asıl gerçeğe erişim “istenç (irade)” ile sağlanabilmektedir. Ayrıca bu istenç kavramı bilinçdışı ve aklı olmayan bir özlüğe de sahiptir. Durum böyle olunca kendisini bütün görünenler dünyasında belli etmesi gerekmektedir. Schopenhauer de tam olarak bunu savunmaktaydı. Ayrıca o’na göre istenç aklın denetiminde olmadığı gibi, adeta insanlarla dalga geçmekteydi. Ünlü filozof istencin, bireyleri gelip geçici tatminlerle ve ulaşılamayacağı aşikar kabul edilen hayallerle, içinden çıkılması güç olan kendinden geçmişlik ve acı hislerine boğduğunu söylemektedir. Bu durumdan kurtulabilmenin tek yolunun ise istenci yok etmek olduğunu savunmaktadır.

İrrasyonalizme göre; yardımlaşmak, kendimizi iyi hissetmeye yönelik edimlerle mutluluğumuzu artırmaya çalışmanın değil, sahip olduğumuz acı ve sefalet duygularını olabildiğince azaltmaya çalışmanın gerçek yaşam biçimi olmalıdır.

İrrasyonalizmin bu gibi temel ilkelerini incelediğimizde aslında psikanalizle ne kadar örtüşebildiğini görüyoruz. Schopenhauer’in “bilinçdışı istenci” ile Freud’un “bilinçaltı” kavramlarının birbirlerine yakınlığı aralarında çok özgün bir bağlantının olduğuna işaret ediyor. İstenç bilinçaltı kavramlar ve olgular ile bilinci etkilemekteydi. Psikanalizin ise bireyin bilinçaltında var olan fakat su yüzüne çıkaramadığı yaşantı ve dürtülerini ifade etmektedir. Bu iki düşünce birbirlerini çok özgün bir şekilde bağlamaktadır.

Freud usu yok sayıp, bilinçaltı olguların varlığını öne sürerek pek çok davranışın, ruhsal süreçler ve dürtüler ile açıklanabildiğini savunmaktaydı. Ayrıca Freud bu savına dayanarak yaptığı araştırmalarda, ortaya çıkan bu davranışların tamamını cinsel istemlerle alakalı olduğunu savunuyordu. Bu görüşü de Schopenhauer’in iki insan arasındaki sevgi duyusunun sadece cinsellik ile alakalı olduğunu savunmasıyla örtüşmektedir. Freud’un yaşam enerjisi diye adlandırdığı libido kavramı ise, Schopenhauer’in temel dürtüler olarak kabul ettiği yaşam ve ölümdeki yaşamı tam olarak ifade etmekteydi. Çünkü üreme isteği, Schopenhauer için yaşam dürtüsünün temelidir.

Mutlaka bahsetmemiz gereken bir nokta daha vardır ki Schopenhauer felsefi yaklaşımlarıyla bireylerin acılarından kurtulmak için onları yok etmesi gerektiğini savunurken, Freud ise bireylerin, bazı davranışlarından kurtulabilmesi için ya da acı çekmelerini sağlayacak unsurlara karşı koyabilmeleri için savunma mekanizmaları geliştirdiklerini savunmuştur. Bu temel benzerlikleri de göz önünde bulundurduğumuzda psikanalizin, irrasyonalizmden oldukça etkilendiğini açıkça görebiliyoruz.

Son olarak benzerliği çok iyi pekiştiren bir cümle söylemek gerekirse, İrrasyonalizm de psikanaliz de temellerinde “hayatın yönetiminin bizlerin elinde olmadığını” savunmaktadır.





İsmail Buğra Özdemir
ARIZA - Kara Köşe - Ekim 2009

0 Response to "Psikanalizin Felsefik İncelemesi"

Yorum Gönder