Balıkçının Rüyası - Bölüm 1

13 Mart 2010 Cumartesi 21:40 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum
Eylül... Dışarıda lodos, şehrin çatısını uçuracak gibi esiyordu şafağa karşı. Turuncu kızıl gökyüzü "uyan evlat, bugün sert bir gün olacak..." diye fısıldıyordu bay x'in kulaklarına. sözlerden etkilenmiş olacak ki, birden yatağından kalktı. yatak dediysek de öyle düşündüğünüz gibi tek kişilik, iki kişilik falan değil... bizzat kendisinin yaptığı aşikar olan, balık kasalarından oluşturduğu sert tahtadan sedirin üzerine, annesinin diktiği yer minderlerini serpiştirmesinden oluşuyordu yatağı. yatağın üzerindeki renk cümbüşü, hiç durmadan yağmur yağan bir odanın içinde açan gök kuşağını andırıyordu. belki de sırf bu düşünce onun bu denli rahat ve huzurlu uyuyabilmesini sağlıyordu. üzerindeki kalın, belli ki yünden örülmüş, yorganı hızlıca üzerinden çekerek ayakları yere basacak şekilde doğruldu yatağından. hemen solundaki 50 kiloluk zeytin fıçısından yaptığı kanepesinin üzerinden tütününü aldı ve cigaralık çarşafının içine bir dirhem koydu. sarmayı bitirdikten sonra kenarlarını diliyle ıslatarak kapattı cigarasını. kibrit kutusundan bir çöp çıkarıp, kazıdı ve yaktı. kibritin alevi, bay x'in yüzünü, güneşin bu saatlerde dünyayı aydınlatışı gibi, kızıl turuncu aydınlattı... kibritin sönmemesine özen göstererek hemen yatağının duvar tarafındaki gaz lambasını yaktı. ince bir gaz kokusu kapladı odayı. bay x gözlerini kapatarak, derin bir nefes aldı. gaz kokusunu severdi. hele de bir gaz lambasından geliyorsa... cigarasından bir fırt çekip, yatağından kalktı ve odanın giriş kısmında kalan yine kendisinin yarattığı mutfağına yöneldi... adi bir alüminyumdan yapılmış küçük çaydanlığına biraz kaçak çay ekleyip, kaynamaya bıraktı. cigarasından bir fırt daha aldı ve tam 90 derecelik bir açıyla soluna dönerek radyoya doğru yöneldi. hani 80'lerden kalma olan, koyu kahverengi ahşabın içine gömülü radyosunun frekansını tutturmaya çalıştı... bir denedi, olmadı... iki denedi beğenmedi... üçüncüde buldu frekansını. bedeni bereket olsun doğaya. Zeki Müren söylüyordu... "inleyen nağmeler, ruhumu sardı... bir rüya ki orda dalgalar vardı..." yüzünde zambaklar açtıran bir gülümseme belirdi... zeki müren'e eşlik etmeye başladı... ne de olsa bay x'in en sevdiği şarkıcıydı. şarkı bittikten sonra radyo tıkandı... arada sırada böyle yapardı, bu gibi durumlarda bu arıza, radyonun üst kısmındaki çıkıntıya tatlı sert bir vuruşla düzeltilebilirdi. fakat bu sefer bunun için bir girişimde bulunmadı... "yaşamak şakaya gelmez... büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın. bir sincap gibi mesela..." diye mırıldandı bay x. ne de severdi nazım'ı... o'nu anlatırken "şiirinde dediği gibi hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan bir büyük ustaydı" derdi...

çayı olmuştu, hemen bir bardak çay doldurup cigarasını sararak barakasından dışarı çıktı. dışarıdaki enfes havayı derin derin içine çekti. ne de soğuktu dışarısı. dedik ya lodos var. uçurur alimallah insanı... sandalına doğru ilerledi. bugün balığa çıkacaktı. ama öyle yemek için çıkmıyordu balığa... balıkları tutup tutup serbest bırakırdı o... liman'a ulaştığında sandalnın üzerindeki brandayı kaldırırak düzgünce katladı ve sandalın içine koydu. bir kaç dakika sonra bir roro aborda yaptı bay x'in sandalına. bu esnada farketti ki oltasını ve yemlerini evde unutmuştu. koşa koşa eve döndü ve oltasıyla yemlerini alarak geri dönmeye başladı. o sırada hemen yolun karşı tarafında kalan markete giderek, biraz beyaz peynir, yarım kilo turşu, bir 35lik altınbaş rakı aldı. bir de uzun samsun cigara... sandalına geri döndü. "gaydırı gubbak seni... bugün bozyel'de var bakalım üstesinden gelebilecek miyiz?" dedi sandalına. sandalının adı hafifmeşrep idi. ondandır gaydırı gubbak deyişi. bütün balıkçılar açılmaya başlamıştı... bay x hafifmeşrep'in badernalarını çözüp, avaraya hazır hale getiriyordu. bir kaç dakika sonra hamdi kaptan belirdi öteden;


hamdi kaptan : uşağum rastgele. neye çıkaysun ha bucün?

bay x : gaço'ya gideyrum hamdi kaptan. gel seni de cötureyum.

hamdi kaptan : (kahkahayla) ula uşağum heç beceremeysun bizum gonuşmayu. hele pirak sen normal konuş anlayrum pen senu.

bay x : (gülümseyerek) eyvallah kaptan.

hamdi kaptan : cine almişsun nevaleyu. pırak uşağum bu naleti. yazuk edeysun da çendune. satnen paluklaruda avlayup avlayup salayisun. sonra akillanayıler pize de babafingo kalayi.

bay x : (gülerek) ah be hamdi kaptan. ben de bu "naleti" bırakmak isterim ama o beni bırakmıyor. sabah uyanıp balığa giderken içimi gıdıklıyor sanki. iskorpit gibi...

hamdi kaptan : töbve allahum yarappim. sen bu uşağa akul fikur ver. haydi rastcele uşağum.

bay x : eyvallah kaptan. sana da rastgele.


yanına aldığı malzemeleri kontrol etti. çavalye tamam, nevale tamam, olta tamam, yemler tamam, hırsız tamam, iğneler tamam, kakıç tamam... herşey tamamdı. sandalın içine girip, küreklerini iskarmozlarına yerleştirdi. yavaş yavaş ege'nin günindisine doğru gitmeye başladı. en güzel balıklar batıda olurdu sabahın bu saatlerinde. balıklar uykucu, tembel hayvanlardır... güneş doğana kadar azami uyumaya çalışırlar. o yüzden denizin batısı sabah vakitlerinde en uygun avlanma yerleridir. çünkü güneş önce doğudan ışıldar. üstelik batıda bu şafak karanlığında yakamoz bile görmek mümkündü. ve üzerinde çombalak atan yunuslar ile deniz kızları... hafif hafif çekmeye başladı kürekleri bay x, sandaldaki radyoyu da açarak bir türk sanat musikısi kanalı buldu... ismail hoca efendi'den "gamzedeyim deva bulmam" ile açıldı kürdilihicazkar makamında... nasıl da coşku doldu içine. nasıl da her şarkıya eşlik etti... daha içmeden şarkılarla kafayı konyağa çevirmişti bile neredeyse... açıktan kuzeybatıya doğru 3 - 3,5 km kadar gelmişti. Yem poşetinden çıkarttığı akyemleri, iğnelerin ucuna büyük bir titizlikle yerleştirdi. sarımlayıp da oltasını sanki gökyüzünü avlayacakmışsına var gücüyle yükseğe ve ileriye fırlattı... oltanın kıçını iskarmozun kuytusundan geçirip, nevale poşetini açtı. önce beyaz peyniri çıkarıp, cebinden çıkardığı baba yadigarı çakısıyla ince ince dilimlemeye başladı. kornişonları da kenara ayırıp, onları da aynı ölçülerde doğradıktan sonra, uzun rakı bardağını yarısına kadar rakıyla doldurdu. ayaklarını hafifmeşrep'in sancak tarafına doğru uzatıp, uzun samsun paketinden bir adet cigara çıkardı. çakmağıyla yakıp derin bir nefes çekip, rakısından br yudum aldı. oltasını iskarmozdan kurtarıp kucağına aldı ve şapkasını gözlerine çekerek, başını da geriye yaslayarak sessiz sessiz beklemeye başladı. sessizlik öyle mükemmel bir şeydir ki, o esnada aslıdna gündelik hayatta duyamadığımız pek çok şeyi duyarız. burada ne insan mırıltısı vardır, ne araba freni sesleri, ne de içkici yeni yetmelerin kız kavgaları... burada dalga sesi vardır, martıların suya dalıp balık avlama sesleri, balıkların çommbalak sesleri... ve daha akıl erdiremediğimiz onlarca farklı ses. kulaklarımızda evrenin yarattığı en harika ses raksını duyurur bize... bir de radyoda en kısık sesiyle zeki müren vardır, ona eşlik etmeden duramazsınız böyle zamanlarda... oltasında hala bir kıpırtı yoktu. rakı kadehine yönelip bir yudum daha çekip, cigarasından bir fırt daha aldı. diline iğneleyip de "ben küskünüm feleğe" şarkısını... bir kaç dakika sonra oltası kolunu uçuracak gibi çırpınmaya başladı. "hele hele nesin sen canım böyle" diyerek makarayı var gücüyle hızlıca sarmaya başladı. ama öylesine kuvvetliydi ki çırpınış bir an bay x'in denize düşeceğini sandık. ayaklarını alabandaya yaslayıp sırtını da geriye verip oturdu. oltayı göğüs hizasın çeke çeke makarayla sarmaya başladı. çırpınma azalmıştı. balık yaklaşıyordu... çırpınış tamamen sona erdiğinde hemen sandalın kenarına gelip balığı almak için denize doğru eğildi...birden gözleri kamaştı ve elleriyle gözlerini ovuşturmak zorunda kaldı. elini denizin içine sokarak aşağıdakini kayığa çıkarmaya çalıştı... yüzündeki şaşkın ifade bir an olsun eksilmedi, aksine daha da büyük bir şaşkınlık ifadesi kaplamaya başladı. sandala çıkardığında yakaladığını, kendisini geriye atarak irkildi..."nasıl olur yahu. hayal görüyorum yine... hızlı içtim galiba." diye hayıflanıp kendisine bir çimdik attı...
Devamı gelecektir.

Hastane Günlerinden 1

21:22 Gönderen İ.Özdemir 2 yorum
Bazen öyle zamanlar oluyor ki, hemşirenin getiridği suyu içtikten sonra onu sadece hayal ettiğimi düşünüyorum. Sanki sağlıklı(!) olan herkes beni olmayan bir şeylere inandırmaya çalışıyormuş gibi hissediyorum... Sanki beni gün aşırı ziyarete gelen bıyıklı, kelli adam babam değilmiş gibi. Peki o başörtülü ve üzgün kadın? Annem mi cidden? Çarşambaları ziyaretime gelen karı peki? Bu sinsi kadın benim neyim olabilir ki? Bakınca başka ziyaretime gelen de olmuyor. Topu topu üç, benle beraber dört kişilik bir melodramdan mı ibaret acaba yaşantım? Beyaz rengin çok yakıştığı iki hemşire ve gözlüklü, tombul ölesiye aptal doktorlar da bu filmin figüranları olsa gerek. Sadece görüntüyü zenginleştirmek için varlar. Ben iyisimi olmadığını iddia ettikleri şeylere döneyim... Kapının arkasında yaşayan askılık... Hiçbir şey beni güldürmedi onun güldürdüğü kadar. Bazen öyle şaklabanlıklar yapar ki, gerçek hayattaki(!) en komik şahsınız yanında hiç kalır... Üzerine bir şeyler asıldığında ettiği küfürleri duysanız, bir daha asla ona bir şey asmaya kalkışmazdınz. İşte benim durup dururken gldüğümü düşünürken sizler, ben onun bu şaklabanlklarına gülüyordum. Bir gün bana diklenmişti neden öyle ayı gibi yatıyorsun diye... Bildiğin kavgaya tutuşmuştum. Askılıkla! Adı bile vardı. Zekai! İsmi bile komik... Yalanladığınız hayatımın en komik karakteriydi Zekai. Ahh. Nasıl unuturum? Priska... Hiçbir kadın o masa kadar zarif değildi hayatımda. Öylesine beyaz, öylesine düzdü ki, bir kadın empati kurup kendini onun yerine koyabilse eminim intihar ederdi... Olur olmaz zamanlarda bana bacaklarını gösterirdi... Bunlar sadece bir kaçıydı odamdaki canlıların. Benden ziyade... Daha sayamayacağım onlarcası var... nokta vallahi nokta. sustum.

Arada gelirler böyle 1

20:55 Gönderen İ.Özdemir 2 yorum
gerçeklikten bahsetmek istiyorum. ya da gerçeklik  hakkında saçmalamak da diyebiliriz. hani herkes ya da çoğunluk tarafından kabul edilen ve kanıtlanmış olandır derler ya gerçek için, ben bu görüşe kanıtlanabilirlikten dolayı karşı çıkıyorum. çünkü kanıtlanan gerçekler de zaman içerisinde metamorfoza uğramışlardır. fizik kurallarına bakın mesela einstein'a kadar herkes ya da çoğunluk tarafından kabul edilen ve kanıtlanmış olan herşeyi alt üst etti. bu noktada gerçek olarak kabul edilen herşey darmadağın oldu. einstein'dan girdim oradan devam edeyim... einstein evrendeki hiçbir şeyin sabit olmadığını söylüyordu. bir hareketin durumunu farklı hareketlerle kıyasladığında değişik sonuçlar ortaya çıktğını zaten kanıtlamıştı. bu yüzden de onun için mutlak bir gerçek yoktu. ayrıca bence bir şeyin mutlaklığını, herkes için kabul görmüşlüğünü, kanıtlayabilmek için değişmez bir referans noktası olmalı. ancak o zaman gerçek olabilir hatta bu öyle düşünenlere göre. ama einstein bunu çok değil biliyorsunuz geçen yüzyılda bozdu. daha yüzyıl öncesine kadar kabul edilmiş olan kanıtlanmış olan her kuramı resmen sikti attı. gerçek değişti... bir de şöyle bir örnek vereyim.. mesela siz şu an karşımdasınız benim. bana bir terlik fırlattınız ve ben eğildim yere düştü. yine fırlatırsanız ve ben yine eğilirsem yere mi düşer yine derim size, siz de tabi ki dersiniz. yine deneyelim derim yine fırlatırsınız yere yine yere düşer. sonra ben yine yapsak yine olur mu derim :) siz tabi dersiniz. niye derim? siz fizik kurallarına göre böyledir bu dersiniz. bu zamana kadar hep düştü yine aynı sonuca varılır dersiniz. hatta aynı koşullarda tekrarlanan deneylerin aynı sonuçlar verdiğini de yıllarca fizik dersinde görmüş olmamıza rağmen ve siz bunu irdelemenize rağmen ben tatmin olmayıp şunu derim o zaman ben hiç ölmeyeceğim demek ki. çünkü bu zamana kadar hiç ölmedim.. ahaha :) çok basit ve salakça gelebilir ama düşünün. bu en temel ve genel/geçer kabul görmüş fizik  kuralına göre hiç ölmeyeceğim kanıtlanıyor... yani bu görüşle de gerçeğin referans noktasını yok etmiş oluyoruz bana göre. çünkü gerçek olanın mutlak bir referans noktası olamaz. mutlakıyetin sınırı olamaz. çünkü sizin gerçek tanımınıza göre mutlakıyete sınır getiriyorsunuz kanıtlanabilirlikle. ve einstein da mutlakıyetin sınırı olmadığını tüm dünyaya kabul ettirmiş bulunuyor. bu noktaları referans aldığımızda sizin gerçek tanımınız kendi içinde boğuluyor... bi saçma örnek daha aklıma geldi mesela. ben et yemiyorum. evet böyleyim ben. diyorum ki et berbat bir şey. etin berbat bir şey olduğunu da şu şekilde kanıtlayabilirm. kusuyorum, iğreniyorum yerken zorluk çekiyorum basbayağı rahatsızlanıyorum. bildiğiniz gibi bunların kişiliğimle de alakası yok tamamen bilimsel ve tıbbi bir durum bu ve benim bu çıkarımımı destekleyen insan sayısı da epey fazla. etin berbat bir şey olduğunu savunan başka bireylerin berbatlığnı kanıtlama şekilleri de değişik. sonuçta bunları yarıştırsak dünyanın %70'i et güzeldir desin %30'u da berbattır desin. hangisi gerçektir? sizin tanımınıza göre çoğunluk referans alındığı için etin güzel bir şey olduğu gerçek oluyor. bu durumda toplum genelinin çıkarını gözettiğini söylerim ben gerçeğin. oysa ki gerçek değişmezdir de diyorsunuz. değişmez olan şey herkes tarafından kabul edilmiş olmalıdır. ruhsal hastalıkları olan kişilere gelelim. bence onların var olduğunu savnduğu ve toplum genelinin o şeyin var olmadığını kendilerine kanıtlaması hasta olan kişi için hiçbir şey ifade etmez. onlara bunu kanıtlayamazlar. bu durumda yine tanımına göre değişmezlik ilkesini 1 kişi dahi olsa bozduğu için yine anlamını yitiriyor gerçeklik. sonuç olarak diyorum ki; evrendeki hiçbir şeyin mutlak ve kanıtlanabilir olduğuna inanmadığım için mutlak bir gerçek de yoktur. ayrıca daha geçen yüzyıl einstein'in yaptığı gibi şu an gerçek olarak kabul edilmiş tüm veriler zaman içerisinde değişebilir... bu durumda bana göre en harika görüş anlamsızlıktır. kaos! çelişki olduğu müddetçe hiçbir şey kesin doğru ya da kesin gerçek olamaz. ve çelişki hep vardır....

1 Mart 2010 Pazartesi 01:55 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum

Yangın

01:45 Gönderen İ.Özdemir 0 yorum